Yazar Arşivi

Patika’da bir doğum günü..:)

28/04/2011

Turkuaz  mavisi hayaller kuruyorum.

Zeytin  yeşiline karışıyor,

Kekik  kokuyor dularım.

Akdeniz’in  dört bir yanından canlar topluyorum.

Müzikler,  tadlar, kültürler, tarihler

Esen yelde  harmanlanıyor.

Miras, Tohumlarla geleceğe taşınıyor.

Hayallerim,

Yunusun sırtına binip

Dostların  hayalleriyle birleşecek; biliyorum.

Yol, Bizi her  zamankinden daha renkli bir Akdeniz’e çıkaracak

Engin maviliğin içinden bir ateştopu gibi

Doğduğunu izleyeceğiz güneşin

Geceleri hayran  hayran

Evrenin farklı noktalarından,

Farklı anlarından zamanın,

Bize göz kırpan yıldızlara bakacağız.

Aşk içinde, yeniden yeniden doğacağız; görüyorum.

Deniz kokuyor içim; duyuyorum.

Ebru…

Turkuaz mavisi hayaller kuruyorum.Zeytin yeşiline karışıyor,

Kekik kokuyor dularım.

Evrene, Patika’dan  şükranlarımı yolluyorum.

Bugün 35 yaşımı dolduruyorum.

Ölümsüz ruhum, 35 yıldır, bedenimde,

ikisi de devinimde

bazen barış içinde

bazen kavga halinde.

Ben de ikisiyle,

Ve türlü türlü canın eşliğinde,

Bir yolda girmekteyim.

Ardımda Ebruli izler

Önümde yeni patikalar

Yeni ufuklar

Dostlar

Aşklar

Canıma değen canlar.

İçimde

Adım gibi

Türlü renkte Ebrular.

Bazen coşkulu bir kız çocuğu

Ela tadında

Bazen dingin bir deniz,

Bazen bir fırtına.

Bazen yaşlı bir bilge sanki

Bazen sorular içinde

Yanıtların peşinde

Bazen suyun üstündeki Ebru

Dokunamadığım hassas bir desen

Bazen esen bir yel

Avcumdan kaçırdığım

Bazen avcumun içi gibi bildiğim

Bir ben.

Hayalini kurduğum yaşam

Renkli bir permakültür bahçesi

Merkezin olmadığı bir ağ

Çoklu bağlarla beslenen

Birbirini besleyen

Canlar.

Monokültür yaşamlardan kaçıp

Benim hayallerimi hayal etmiş

Ve tek başına asla büyüyemeyecekleri kadar

Büyümeyi başarmış

Birbirini besleyerek.

Ellerimizle permakültür bahçeleri kurarken

Ince ince işlemek

Içimizdeki ruhu

Beynimizi

Bedenimizi

Hepimiz için

Duam bu.

Evrene yolladığım

kekik kokulu duam.

Erol’a ve  Çiğdem’e

Sonsuz teşekkürler,

Patika için

Deniz için.

Kızıma dost

Kızıma arkadaş getirdiniz.

Emek emek büyüyor Deniz.

Muhteşem bir insan  olma yolunda.

Shayn’e sonsuz teşekkürler

Sevgisi, aşkı, dostluğu

Ve Ela için!

Ela’ya sonsuz teşekkürler

İnsanın ne büyük bir

Mucize olduğunu

Bana her gün anımsattığı için.

Yasemin ve  Micheal’a

Sonsuz teşekkürler

Yıllardır devam eden

Sağlam dostluğumuz için.

Şımarabildiğim dertleşebildiğim

Kız kardeşim gibi açılabildiğim için

Yasemine’e.

Ve burada tanıdığım

Melis, Emre, Nihal, Ahmet’e

Kısa zamanda

Ne çok şey paylaşılabileceğini

Bana bir kez daha

Anımsattıkları için.

Gülümsere sonsuz teşekkürler.

Zozan’a sonsuz teşekkürler

Bu yıl sınıfta

Bana umudu, coşkuyu, dik durmayı

Ve doğruyu  söylemenin güzelliğini

Yaşattığı için.

Evrene sonsuz teşekkürler,

Bu akşam, bu birliktelik için.

Ebru Tokuç-McCallum

“Eğer yönümüzü değiştirmezsek, kendimizi gittiğimiz yerde buluruz ”

03/04/2011
Yazı için Sevil Baştürk’e teşekkür ederiz
billBill Mollison, Permakültürün yaratıcısı
Yukarıdaki başlık aslında bir Çin atasözü. Geçenlerde bir adamla tanıştım ve yönümün değişebileceğine inandım. Tabi ki gittiğim yerin de…
Bill Dede 82 yaşında. Dünyayı geziyor, yaratıcısı olduğu permakültürü öğretiyor. Yani dünyamızı nasıl yeniden tasarlayabileceğimizi. Bütün sorunlarımızı, hatta açlığı kalıcı olarak bir bahçede çözebileceğimizi.
Permakültür Tasarım Sertifikası (PDC – Permaculture Design Certificate) kursu vermek için İstanbul’daydı Bill Mollison ve ögrencisi Geoff Lawton. 120 kişi katıldık bu kursa. Tek ortak noktamız, kendi besinimizi yetiştirmek istememiz ve sürdürülebilir sistemler nasıl kurulur merak etmemiz. Bildiklerimi paylaşayım, sizde paylaşın, herkes öğrensin yönümüzü değiştirebileceğimizi. Permakültür:
– Dünyayı etik ve ilkelere göre yeniden tasarlayan bir sistem.
– Ormanlar gibi, tabiatın ekolojik sistemlerini örnek alarak, yiyecek üreten gıda ormanları tasarlıyor.
– Yaratılan ekosistem bırakıp gitseniz bile çökmüyor. Çünkü, sistemin ihtiyacı olan enerji, sistem tarafından sağlanıyor.
– Amaç, kendi ihtiyaçlarını karşılayan ve atıklarını yeniden kullanıma sokan sürdürülebilir sistemler yaratmak.
‘Nerde olursak olalım parasız değiliz’
Permakültürü yaşamlarımızda uygulamak için arazimizin olması gerekmiyor. Ama tabiattan üstün olduğumuz fikrinden bir an evvel vazgeçip, doğayla uyum içinde yaşayabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bunu yaparsak, nerde olursak olalım permakültür ilkelerini uygulayabiliriz. Çünkü Permakültür, sadece tarım değil, sürdürülebilir bir yaşam tasarımı.
“Nerede olursak olalım, parasız değiliz, sadece yeterince düşünmüyoruz,” diyor Mollison. Takas sistemlerinden kredi birliklerine, kooperatiflerden vakıflara, çeşitli fon kaynakları yaratılmasından yerel para birimlerinin oluşturulmasına uygulanabilir pek çok sistemin örneklerini veriyor.
Mesela takasta, ‘bu sene sana şu zamanda bir ton yakacak sağlayacağım’ gibi söz mektupları yazabiliyorsun. Bu notları takas edererek ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsun.
perma2
Dünyanın gıda ihtiyacını karşılamaya ‘% 3′ yeter
Kaynaklarımız tükenmek üzere. Geri dönüşüm yapsak da, ‘çevreci’ ürünler satın alsak da, sıkıştık. Tabağımızdaki yemeğe kadar herşey yenilenemeyen ham maddelerden üretiliyor. Tüketimi etkili bir şekilde azaltmaktan başka alternatifimiz yok. Deniz bitti. Sona doğru hızla koştuğumuzu görüp, sonsuz sahip olma duygumuzdan vazgeçip, durmadan daha hızlı, daha yeni şeyler edinme esaretinden kurtulup özgürleşmeliyiz.
İnanbiliyor musunuz? Bir insanın bir yıllık gıda ihtiyacı aslında 14 m2 bir bahçeden sağlanabiliyor. Ve hatta endüstriyel tarım için kullanılan alanın yalnızca yüzde ikisi ya da üçü ile dünyanın tüm gıda ihtiyacını karşılayabiliyoruz. Ama dikkatimiz dağılıyor. İçinde kaybolabileceğimiz kadar çok bilgiye çok kolay ulaşıyoruz. Sorumluluk alabileceğimiz yerlere odaklanamıyoruz. Nereye gittiğimizi bilmediğimiz için, nereye vardığımızı da göremiyoruz ya da vaktimiz yok durup düşünmeye.
perma
Daha az çalış, daha çok yaşa
Zamansızlık en çok yakındığımız şey. Yılda, 2000-3000 saat çalışıyoruz. “Bunun karşılığında sahip olduğunuz şey bir sürü aygıt” diyor Mollison ve yılda 500 saat çalışarak bütün ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimizi söylüyor. Ancak, önce zenginlik tanımını baştan yapmamız gerek. Çünkü, ne kadar zenginleşirsek ekolojik ve kültürel olarak o kadar fakirleşiyoruz.
Zenginliğin esas ölçütü, temiz hava, temiz su, temiz gıda, makul barınak, sıcaklık, dostluk ve uyumlu toplum.
Haftada 10 saat çalışmak ister misin? Geriye kalan 30 saatte ne yapmak istersin? Kalıcı bir kültür yaratabilir misin?
Mollison der ki; “Sahip olduğumuz tüm becerileri diğerleri ile ilişkili bir biçimde kullanırsak her şeyi başarabiliriz. Ama becerilerini gerçekten inanmadığın başka sistemlere ödünç veriyorsan sanki hiç yaşamamışsın gibi oluyor. Çünkü kendini hiç ifade edememişsin.”
Dünyayı onarabiliriz. Neler yapabileceğimizi görmeye başlarsak, yapmaya da başlarız. 3 adımlık bir çözümü 4 adımlık çukura atmayalım. Kararını veren herkes büyük bir fark yaratabilir.
Hint asıllı fizikçi, çevreci ve aktivist Vandana Shiva, geçen ay 2010 Sydney Barış Ödülü’nü aldığında şöyle dedi: “Toprak Ana’nın haklarını savunmak, en önemli insan hakları ve toplumsal adalet mücadelesidir. Zamanımızın en kapsamlı barış hareketidir.”

Kaybolan arıların sırrı

03/04/2011

(Nisan 2011)

Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde arılar
kitle halinde kayboluyor. Bir sabah içi bal dolu kovanlardan çıkıyorlar ve bir
daha geri dönmüyorlar. Arkalarında neden geri dönmemiş olabileceklerine dair
hiçbir ipucu bırakmıyorlar. Ne ölüleri bulunuyor ne de başka bir yere göç
ettiklerine dair emare…

Bu endişe verici bir gelişmedir çünkü arılar doğadaki en önemli görevlerden
birini yapıyorlar. Bu görev döllendirmedir.

Bir kovanın arıları günde yüz bin çiçek döllendirir. Çiçekten çiçeğe dolaşırken
erkek polenlerle dişi polenleri buluşturur. Bu buluşmadan tohum, meyve meydana
gelir.

Nasıl erkek olmadan kadın hamile kalamazsa, arı olmadan da birçok bitki
çoğalamaz. Meyve, sebze, yenilebilir otlar, çiçekler ve fındık ceviz gibi sert
kabuklu yemişlerin yüzde sekseni arılar tarafından döllenir.

“Yediğimiz üç sokumdan birini arılara borçluyuz” diyor bir uzman.

Albert Einstein’in birçok konuda olduğu gibi bu konuda da klasikleşmiş bir lafı
var: “Eğer arı yeryüzünden kaybolursa en fazla dört yıl sonra insan da
kaybolur. Arı yoksa döllenme yoktur, döllenme yoksa insan yoktur.”

Arıların neden kaybolduğunu öğrenmek için Amerika Birleşik Devletleri’ne gideceğiz.
Arılar 2007’de birdenbire burada kaybolmaya başladı. Bazı yerlerde yüzlerce
kovan birdenbire boşalıyordu. Pennsylvania eyaletinde arılar bir günde bir
arıcının üç bin kovanını birden terk etti.

Amerikalı arıcılar ortalığı velveleye verince diğer ülkelerdeki arıcılardan da
ses gelmeye başladı. Fransa’dan Japonya’ya, Türkiye’den İngiltere’ye sayısız ülkede benzer kayıplar
olduğu ortaya çıktı.

Bilim adamları bu esrarengiz yok oluşa Koloni Çöküş Sendromu adı verdiler. (Bir
kovan grubunun meydana getirdiği arılara koloni denir.) Birçok suçlu incelendi:
Parazitler, bakteriler, genetiği ile oynanmış bitkiler, arıların yön bulma
organlarını etkilemesi mümkün cep telefonları, sırayla sanık sandalyesine
oturtuldu. Ama suçlu bunların arasında değildi.

Diğer bütün olası nedenler elendikten sonra gözler yavaş yavaş Amerika’nın
tarımdan çok endüstriye benzeyen, mono-culture denilen, tek ürün ağırlıklı üretim tarzına çevrildi.

Çünkü organik tarım yapan yerlerde, doğal haline
bırakılmış arılarda bir sorun yoktu. Kayıplar “gezgin” diye tarif edilen, her
yıl döllenme görevi yapmak üzere tek ürün üretim bölgelerine taşınan arılarda
yaşanıyordu.

ABD’de mono-culture küçük ülke büyüklüğünde
alanları tek bitkiye, örneğin badem veya kiraza, tahsis etmek demektir.
Buralarda başka bitkilerin yaşamasına izin verilmez onun için buralarda yılda
sadece birkaç hafta dışında çiçek yoktur. Çiçek olmadığı için de arı yoktur.

Her yıl ilkbahara doğru, TIR’lara yüklü kovanlarda milyarlarca arı, ABD’nin birçok
eyaletinden tek ürün bölgelerine taşınır.

Florida arıcıları şubat ayının sonundan başlayarak arılarını yükleyip Kaliforniya’nın dev badem ve narenciye plantasyonlarına götürürler. Dört
bin kilometreden uzun olan yolu kat etmek bir hafta kadar sürer.

Mart ortalarında arılar Florida’ya geri getirilir. Mayısta Kanada hududundaki kiraz plantasyonları için
yeniden yola çıkılır.

ABD’deki arıcılar gelirlerinin yüzde yetmişini baldan değil arılarını bu
şekilde çalıştırmaktan kazanıyor. Amerika’nın yeni köleleri arılardır.

İşte bu çalışmadan döndükten sonradır ki arılar ortadan kayboluyor.

“Kaliforniya’ya götürdüğüm arılar geri geldikten birkaç hafta sonra kaybolmaya
başlıyor” diye konuştu bir arıcı. “Florida’da bıraktıklarımda hiçbir şey yok.”

Ama neden?

Yıllık ortalama 1,7 milyon ton civarındaki dünya badem
ürününün yüzde sekseni ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki
dev çiftliklerden alınır.

İki buçuk milyon dönümlük bir alanı kapsayan bu çiftliklerde
arı yaşamaz. Çünkü buralarda ağaçlar birkaç hafta çiçek açar. Başka bitkilerin
yaşamasına izin verilmediği için bu kısa dönem dışında çiçek yoktur.

Arılar çiçeklerden beslenir. Onun için bademliklerde
barınmaları mümkün değil. Bu nedenle ilkbaharda oralara başka yerlerden arı
getirilmesi lazım ki çiçekleri döllenebilsin ve ağaçlar badem versin.

Şubat ayının sonlarına doğru badem çiçeklerini döllendirmek
üzere arılar TIR’larla Kaliforniya’ya taşınır. ABD’de iki küsur milyon arı kovanı var.
Bunların yarısı bu hicrete katılır. Çiçek mevsiminden sonra arılar binlerce
kilometre yol kat edip üslerine geri götürülür.

Badem gibi mono-culture yani tek ürün tarımı uygulanan her yerde durum aynıdır.

Tek ürün bölgelerinin bir başka özelliği daha var. Plantasyonlarda hastalık orman yangını
gibi çabuk yayıldığı için büyük miktarda sinek ve böcek öldürücü kimyasal
kullanılır. Ağaçlar havadan ve yerden sürekli kimyasallarla yıkanır.

Bitkisel kimyasalların atası Almanlar tarafından keşfedilen ve Birinci Dünya
Savaşı’nda kullanılan kimyasal silahlardır. Savaştan sonra kimyasal silah
üreticileri fabrikalarını kapatmak için ürünlerine sivil alanda kullanım sahası
aradılar. Tarımı buldular. İnsanları öldürmek için icat edilen formüller sinek
ve böcek öldürmek amacıyla tarımın hizmetine sunuldu.

Piyasaya yeni ilaçlar sürüldü

İnsanları saymazsak, bundan en çok ilaçlanmış, yani zehirlenmiş bitkilerden bal
ve polen
toplayan arılar etkilendi. İlaçlanmış çiçeklere konan arılar şaşkın ve zihni
bulanık sarhoşlar gibi yalpalamaya başlıyorlardı. Sürekli üstlerini temizlemeye
çalışıyorlar, sonra düşüyor, bir daha kalkamıyorlardı.

Şikâyet üzerine kimya şirketleri 2003’te piyasaya yeni tarımsal ilaçlar sürdü.
Bunlar sadece belli böcekleri öldürecek ama arılara zarar vermeyeceklerdi.
Gerçekten arılar ilaçlı çiçeklere temas ettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi
yaşamlarına devam ettiler.

Ama üslerine geri döndükten sonra kovanları terk etmeye ve dönmemek üzere
ortadan kaybolmaya başladılar. Bilim insanları hem arılarda hem de kovanlarda
yüksek miktarlarda “zararlılara” karşı kullanılan kimyasal buldu. Bir Amerikan
üniversitesi yirmiden fazla değişik kimyasal tespit etti. Ve şu ortaya çıktı:

Yeni böcek ilaçları arıları hemen öldürmüyor, sinir sistemlerini yavaş yavaş
tahrip ediyordu. Hafıza kaybına neden oluyorlar ve arının yön bulma yeteneğini
yok ediyorlardı. Arılar kovanlarına dönemiyorlar çünkü yolu bulamıyorlar veya
hatırlamıyorlardı.

Kimyasal kullanılan yerlere götürülen koloniler çöküyordu. Yerinde, normal
koşullarda bırakılanlara ise hiçbir şey olmuyordu. Çözüm basit gibi görünüyor
ama değil. ABD’de çıkar lobilerinin büyük siyasi gücü vardır ve kimya
şirketleri çok güçlüdür. Önlem alınmasını önlüyorlar. Arılar ölüyor,
kimyasallar ise serbestçe ve bol bol satılmaya devam ediyor.

Arı darlığı başlayınca Avustralya’dan
Kaliforniya’ya jumbo jetlerle kovan taşınmaya başlandı. Bilim adamları da kendi
kendine döllenen bir badem cinsini mükemmelleştirmeye çalışıyor.

İtalya, Fransa ve Slovenya’da ise
bazı kimyasallar yasaklandı. Bizde yasaklanmadığını söylememe bilmem gerek var
mı? Demek ki arıların neden ortadan kaybolduğu sır değil. Sır olan paragöz
insanın nasıl bu kadar aptal olabileceğidir. Ama belki bu da sır değil.

Einstein kâinatta sonsuz olan tek şeyin insan aptallığı olduğunu söylememiş
miydi?

Metin Münir, mmunir@milliyet.com.tr

Havada bir aşk kokusu var!

30/03/2011

Foto: Alper Elitok

İçinde bulunduğumuz sistemin getirdiği çalış-tüket-eğlen üçgeni içinde kendimizi pek dinlemeye zaman kalmıyor. Hep bizim olmayan bir akıntının peşinden gidiyoruz. Bazılarımız şehir düzeninde bile kendilerine “niş” ler oluşturabiliyor. Onların bile yeşili maviyi görebilmeleri rüzgarı bedenlerinde hissetmeye güneşin batışını görmek için çabalamaları gerekiyor.

Hani donem donem biraz kilolu, biraz mutsuz, biraz evrenden kopuk olabiliriz ama bir şekilde var olabiliyoruz. Ben bundan daha iyisini hak ediyorum. Hepimiz daha iyisini hak ediyoruz. Deniz kenarına oturup “ben niye bu evrende varım” demek ile, yarıladığım içki bardağında bunu aramak arasında bir fark var mı? Kesinlikle var. Su sesinin ve görüntüsünün bize kazandırdıkları konusunda neler biliniyor ki. Dahası yeşili, maviyi görmek bir mutluluk esintisi gibi her bir yanımızı sarıyor. Ben çoğunlukla doğanın içinde olabilen şanslı insanlardandım. İlk önceleri yüzmenin bedenime, ruhuma getirdiği dinginliği keşfettim. Onca negatif enerji bombardımanın içinde bedenimin suyun içinde arındığını hissettim. Sudan bir masal kahramanı gibi çıktığım günler oldu. Şimdi güneşin batışını izleyip o gün yapamadıklarım için evrenden; bir kabileden öğrendiğim gibi kendi dilimde özür diliyorum, yarın yogamla dünyaya yeni neler getirebilirim diye düşünüyorum. Öğrendim ki, niyet kadar bu niyetin nereye nasıl yerleştirildiği de önemli. Kampanyanın mutfağı en az eylemin kendisi kadar hatta bekli eylemden de çok önemli…

Tüm o yaratıcılık, tasarım, geri bildirim, değerlendirme süreçleriyle… Öğrendim ki beni var eden doğaya da zaman ayırmam gerekiyor. Dağlarda tepelerde su kenarlarında doğayı, doğanın döngülerini daha iyi hissedebiliyorsak, ayaklarımız daha çok yere basıyorsa, toprağa ellerimizi sokup sebze yetiştirebiliyorsak daha mı gerçekçiyiz. Bunu bilemiyorum ama bildiğim o ki vücudumuzun çoğunluğu su ve her türlü etkileşime açık. Ve Anadolulun güneşi bedenimizi ısıttığında, çıplak bedenlerimiz o büyülü rüzgarların tadını tattığında tabii ki biz artık o kopuk olduğumuz evrenle bütünleşmeye hazırız. Ağaçlar gibi toprağın kanını alabiliyor muyuz. Suyun taşıdığı bilgiyi özümseyebiliyor muyuz. Canlı hücrelerin bize kazandırdığı enerjiyle kollarımızı göğe uzatıp bulutları, güneşi selamlıyor muyuz. Bazen gözlerimiz kapalı meditasyonda otururuz. Hayır! Benim gözlerim açık. Tüm duyularım açık! bir şeyleri yakalamak için, bütünleşmek için, sevişmek için hazır. Domatesin altlarını çapalarken domates bitkisinin kokusu, adaçayını toplarken ellerime sinen, günlerce geçmeyen kokusu, mavinin değişik tonları, bitkilerin onca yeşili, güneşin batarkenki kırmızı tonları, melisa çayının, mandalinanın, ev şarabımızın tatları, kulaklarımızda tenimizde rüzgarın dokunuşu hepsi bize hikayeler anlatıyor, yeter ki “aşkım” bunu dinlemeye hazır olsun. Bizi var eden doğaya bakıyorum, hep bir şeylerden fazla üretiyor. Tonlarca elma… ağacın kendi neslini devam ettirmesinin çok ötesinde, “bolluk” olarak tüm çevresindekileri beslemek üzere saçılmış ortalığa… Biz de çevremizi aynı doğada olduğu gibi, sevgimizle beslemeliyiz diye düşünüyorum. Doğanın sesleriyle uyanıyorsun, o sabahın uyuşukluğu güneşi davet ettiğin gizemli hareketlerle dağılıp gidiyor. Yerine yay gibi, güne hazır bedenler geliyor. Çıplak ayaklarla toprağı keşfediyoruz, çıplak ayaklarla toprağın, gecenin mesajlarını özümsüyoruz.

Gecenin karanlığından kaçmak yerine, ondan rahatsız olmak yerine iç dinginliğimle yakaladığım enerjiyle ona ışık tutuyorum, bir birimizi güçlendiren uygulamalarla oluşan sinerjiyle kendimi, çevremi sorguluyorum daha bir gerçeklikle, inanarak, aşkla sarılmak için. Bu aşkla daha bir aydınlık daha bir yalansız.

İştahla yediğin bir kahvaltı masasındaki neşe, yaşama sevincini herkese yayıyor. İşte böyle güne başlayan birilerinin hiç sırtı yere gelebilir mi.. Tabii ki bu aşk beslenerek akşama kadar devam ediyor. Güneşin batışıyla sevgiyi her bir yana onun eksikliğini hissedenlere yolluyor yogayla, rüzgarlarla, kokularla… pırıl pırıl parlayan yıldızlar onu arayanlara gönderiyor her birimizin sevgisini… Günler birbirini kovaladıkça, her gün gerçek anlamda içimdeki yogiye zaman ayırdıkça, içimdeki yogiye özendikçe, beslenmemle, meditasyonumla, yoga pozlarımla güçlendikçe, esnedikçe, nefes aldıkça… yani içimdeki yogiyi her keşfettiğimde ona biraz daha aşık oluyorum.

Tüm istediğim çocuklara, her birimizin içimizdeki çocuğa bu aşkla yaratıcılığı açmak, sanatla yoğrulmak, ruhen-fiziken güçlenmek Anadolu’nun diğer aşklarını duyulmasını sağlayabilmek..

erol b. scott, erolbenjamin@yahoo.com

Not: Erol B. Scott hakkında daha fazla bilgi için tıklayın.

Zulme karsı aydınlanma..

29/03/2011

Siyaset degince de Prens’in yazari Machiavelli geliyor aklima. Kisaca amaclar icin her tur arac kullanilabilir der Machiavelli. Bu yuzden siyaset gelip, kapimi her caldiginda, icimde hep ayni sikinti belirir: Amaclar icin etik mahiyetine bakilmaksizin her turlu arac kullanılabilir. Ne melun bir tespit! En yasamsal amac ise, var olmak ve varligini surdurmektir, ki buna bekaa denir. Siyaset, tenimize cakili bir ucgen! Icimizde ise, bir daire var. Miskinler, dislarindaki bu ucgenden iclerindeki daireye kacarlar, siginirlar. Estetik, sonsuz secenegin birlikte olabilirligidir. Sonsuz bir ozgurluk alanidir. Cemberin sonsuzlugu ile temsil edilir. Etik sonlu secimler dizisidir. Secim, etik; secenekler estetiktir. Etik, bir secim olmasi nedeni ile sonludur ve ucgen ile temsil edilir. Mantik ise, etik olmasada durum icin dogru secenegi secer. Estetik, tum renkleri ayni oranda butuncul bir sekilde icerdiginden aydinlik beyazdir. Etik, secim nedeni ile renklerden herhangi biridir. Mantik, guzel-cirkin, iyi-kotu gibi kavramlari olmadigindan biraz karanliktir. Iste, siyaset de tam bu noktada sahneye cikar. Yani, yedi dervisin bir posta sigip, iki hukumdarin bir cihana sigmadigi yerde ki o yerde cogunlukla durum icin politik olarak dogru secenekten kan, ter ve goz yasi sizar. Cunku her secim yapildiginda, diger secenekler olur. Evet, siyaset tekrar kapimi caliyor ve icimde yine ayni sikinti: Amaclar icin etik mahiyetine bakilmaksizin her turlu arac kullanilabilir!

Aklima bu baglamda virusler ve bakteriler geldi simdi. Virusler ve bakteriler, Stephen Jay Gould’a gore gezegenimizin surdurulebilirlik acisindan gercek hakimleri. Zaman acisindan 3.5 milyar yildir varlar. Ilk cok hucreli hayvanlarin ortaya cikisinin 580 milyon yil once oldugunu dusunecek olursak, zamansal acidan virus-bakteri hakimiyetini daha iyi anlamis oluruz. Ozellikle virusler nedir? Canli ve cansiz arasindaki o incecik cizgidir. Viruste bilgi(DNA) var ama metabolizma yoktur. Ancak metabolizmasi olan bir varlik icine girebilirse, onun kaynaklarindan faydalanarak, kendini var edebilir ki bu varliklar bizim gibi kendisine dusman da olabilir. Ama virus icin bu fark etmez. Onun icin, zamanin birinde Cin Devlet Baskanı Deng Xiaoping’in dedigi gibi “Fare yakaladigi surece kedinin siyahi beyazi fark etmez!” Evet virus icin kaynaklarini kullandigi metabolizmanin dost veya dusman olmasi fark etmez. O sadece kaynaklarla ilgilidir; niyetlerle degil. AIDS, bu acilardan cok ilginc kabiliyetlere sahiptir. Icine girdigi organizmanin bagisiklik sistemi onu asla bir yabanci olarak tanimlayamaz. Surekli kilik degistirir. Gozle gozukmez kucuklukte olan toz tanesinden kat be kat kucuk bu bilgi kumesi, gozle gorulur devasa hucre ‘corporation’larinin kaynaklarini da bir guzel kullanarak, onlari topraga gomuverir. Ilginc bir yontem dogrusu.

Bakterilerin bir kismi da ilginc bir yoneteme sahip. Discover’da yayinlanan bir makalede soyle deniyordu: “Insan vucudunun bagimsiz biyolojik yapilarinin, yaklasik %90’i bakteri ve mikroplar!” İlginc bir tespit. Yani, ben dedigim sey, ben degil; onlar! Mitakondri aslinda bir bakteri ve kendi DNA’si var. Yani, anayasasi ve ic dunyasi farkli. Farkli bir ideolojiye sahip. Fakat hucre birligi icinde var olabilirler. Hucre icinde mitakondri bu ozellikleri ile yalniz degil. Ribozom gibi kendi DNA’si olan baskalari da var ama hucre icinde hepsi, kaynaklar ve varolus acisindan butuncul islevleri olan uretici-donusturucu rollere sahip.

Bu baglamda Paul MacLean’nin perspektifinden dogal bir organ olan beyne bakmak da ilginc olabilir. Buna gore bizlerde 3 ayri beyin vardir. Bunun ilki, beyin sapi ve cerebellumdur ki, evrim surecinin basilarinda gelismistir. Nefes almak, kalbi calistirmak, vucut sicakligi ve denge gibi en temel fonksiyonlari yerine getirir. Buna surungen beyni denir. Meditasyonda nefese odaklanma ile bu beyne odaklanilir ve evrim surecinde sonradan gelisen diger 2 beyin kapatilir. Bu yuzden Jim Morrison, “I’m the Lizard King. I can do anything” deseymis, daha iyi edermis diye dusunuyorum. Bu sureci OSHO soyle anlatiyor: “Nefesinize odaklanin ve once dusuncelerinize tepkisiz kalin. Birakin onunuzden akip gitsinler. Tepkisizliginiz onlari susturacaktir. Sonra, duygularinizi tepkisiz izleyin. Onlar da bir suru sonra sahneyi terkedeceklerdir. En son nefesinizle kalacaksiz!” Sufizmde de, nefes nefs demektir ve “Nefsini bilen, Rabbini; Rabbini bilen nefsini bilir!” derler. Birinci beyin, yani surungen beyni ya da “Lizard King” icin bunlar soylenir. Fakat sonra bu beyne eklenen memeli beyni vardir. Limbik sistem dedigimiz memeli beyni daha cok duygularla ve bilincle ilgili onemli islevlere sahiptir. Limbik sistem, tarihte kalp veya vicdan denen seydir. Bunun uzerine eklenen ucuncu beyin neokorteks akil oyunlari ile ilgilidir ve insanda barizdir. Bu neokorteks, akil denen kalpsiz medeniyeti uretmistir. Bu uc ayri beyin, evrim surecinde birbirlerini dislayarak veya yok ederek degil, daha ust bilincler icin birleserek varolmustur.

Yerel tarihe bakacak olursak, Osmanli Beyligi aslinda zit oldugu Bizans Imparatorlugu’nun oluru ile Bizans adina duzeni saglamak uzere Balkanlara gecmese, Edirne’de bir baskent kurabilir miydi? Ve Istanbul’u kendi baskenti haline donusturebilecek kaynak ve kabiliyete ulasabilir miydi? Kurtulus savasinda Sovyet kaynaklari kullanilmayabilir miydi?

Bu konu ile ilgili olarak bir de aklima Lenin’nin “Ne Yapmali?” adli kitabi geliyor. Bu kitapta Lenin acik bir sekilde burjuva sinifindan gelen entellektuellerin isci sinifina siyasi dusunceleri tanitarak, devrimde onemli bir rol oynayacaklarini soylemistir ve soyle devam etmistir: “Sosyal siniflari acisindan, Bilimsel Sosyalizmin kurucusu Marx ve Engels’in kendileri de burjuva sinifindan gelen entellektuellerdir.” Ornegin, Marx, Londra’da yasamaya basladiginda babasinin fabrikasinda mudur olarak calisan Engels tarafindan fabrikalardaki calisma kosullari konusunda bilgilendirilir. Engels, Marx’in Bilimsel Sosyalizm ile ilgili calismalarini yurutebilmesi icin Londra’daki kirasi dahil parasal tum ihtiyaclarini bir dost olarak, finanse eder. Ne Marx ne de Engels, fabrikadan gelen parayi emek somurusu olmasi nedeni ile kullanmayi red etmemislerdir.

Yine ayni konu baglaminda dogal aritmayi hatirliyorum. Pis diye kacmaktansa, ya da pislige tas atmaktansa, pislikten beslenen bir cicek olmak aritma icin daha iyi olur diye dusunuyorum. Aikido’da da zaten boyle bir sey yapilir. Hasimligin kaynaklari kendi kaynaklarimiz haline getirilerek, hasimlik aritilir. Fukuoka’nin hic birsey yapma ya da hic vurus tarimi da ozunde bunu dayanir.

Bir diger taraftan “sinif mucadelesi” ve “doga mucadelesi” acisindan soyle bir duyguya kapiliyorum siklikla: Ister patron olsun, ister isci; ister kurt olsun, ister kuzu; ister dag olsun, ister tas, her varlik, hakkini Gunes’ten alir ki bu hak ile halk edemiyen, zulmette halt eder; karanlikta halt edeni ise, aydinlik alt eder! Aslinda “sinif mucadelesi” ve “doga mucadelesi” de ozunde zulme karsi aydinlanmadir!

Oh yine unuttum siyaseti!

Sevgiler saygilar, Deniz Postaci

tdk sozluk: halt etmek
tkz. uygunsuz bir soz soylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir is yapmak

Ek paylasimi icin: :

Sürdürülebilir yaşam için politika, radikal yolu mu yoksa evrim yolunu mu izlemeli?

Patika’da Yoga Tatili

28/03/2011

Büyülü Likya topraklarının; ormanın, güneşin, denizin harmanlandığı coğrafyasında Patika Projesi’nin ev sahipliğinde bir tatile bekliyoruz sizleri…

Erol Scott
Erol Scott Foto: Lise Goll

Tatilin en önemli teması “yoga”, ikincisi ise “özenli beslenme”…

Yogayla başlayan günü, yoga tatiline uyacak bir beslenme tarzıyla; özenli, sağlıklı, üstünde düşünülerek planlanmış bir menü ile devam ettireceğiz. Herkesle, herkesin yogası ile özenle ilgilenebilmek için en çok 12 konuk ağırlayacağız.

Yoga eğitmeni olan Erol B. Scott’la  (www.patikayolculari.wordpress.com/yoga)  yogaya yeni başlayanların da rahatlıkla akabilecekleri bir yoga programı ile anusura yoga yaklaşımlarını araştıracağız bedenlerimizde.

Patika Projesinin onlarca hayalinden biri de yoga tatillerine ev sahipliği yapmak. Eğer bu nisanda bizimle olamazsanız kurban bayramı sonuna kadar Patika’da çeşitli yoga hocalarıyla değişik tarzlarda yoga kamplarına katılabilirsiniz. Kendinizle birlikte hayallerinizi de getirin!

Günlük Akış:

07:00 Yoga

09:00 Kahvaltı

10:00 Yürüyüş

13:00 Öğle Yemeği

14:00 Yüzme olabilir (serbest saatler)

17:00 Yoga

19:00 Akşam yemeği

Patika hakkında biraz bilgi

Patika, Fethiye’nin Faralya köyünde deniz ve ormanla kucaklaşmış bir coğrafyada yer alıyor. Yürüyüş mesafesindeki Kelebekler Vadisi ve Kabak Koyu ziyaretçilerin en işlek yürüyüş parkuru. Sabahları yogayla başladığımız güne dileyenler tarihi Likya Yolu patikalarını da keşifle devam edebilir, ya da orman içinden sessizce uzanan patikadan 10 dakika yürüyerek denize kavuşabilirler.

Konaklama için Patika sakinlerinin kendi elleriyle yaptıkları, içinde duşu ve tuvaleti olan taş odalardan çadırlara kadar çeşitli konaklama seçenekleri mevcut. Yerel ürünlerin kullanılmaya çalışıldığı, vejeteryan ağırlıklı, sağlıklı ve lezzetli yemekler de sizi bekliyor…

Organik tarım yapılan 5 dönümlük alanda, yoga kamplarından çocuk kamplarına kadar pek çok etkinliğin yer aldığı patika projesiyle ilgili

özet bilgiye https://patikayolculari.wordpress.com/patika/ den

fotoğraflarla birlikte daha fazla bilgiye ise  www.patikadayolculuk.com dan ulaşabilirsiniz.

Diğer Bilgiler

–Konaklama veya Patika ile ilgili soruları Erol Scott’tan telefonla (533 650 80 70) ya da patikafaralya@yahoo.com dan e-posta ile öğrenebilirsiniz .

— Ulaşım için http://www.patikadayolculuk.com/konaklama-ulasim.html den bilgi alabilirsiniz

–Yanınızda özellikle getirmek isteyeceklerinizle ilgili bilgileri aşaığdaki linkten alabilirsiniz:(http://www.patikadayolculuk.com/sikca-sorulan-sorular.html)

Yeni Yılda Patika

22/03/2011

Frezya

(Patika Mart 2011)

Bugün şamanlardan etkilenen kültürler için yeni yıl kutlamaları var. Ben de sizin yeni yılınızı, Nevruz Bayramınızı, dönenceniz,”yeni gününüzü” kutlamak istiyorum. 

Dünyada onca şey olurken hangi olayların gündemimizde ne kadar yer alacağı da her gün yaşadığım bir heyecan. İnsanin duydukları, gördükleri, hissettikleri yaşantımız o kadar çok yönlendiriyor ki buna ek olarak tatlar, kokular, dokunmaları da eklediğimizde 2 yaşının tüm güzelligini tasiyan oğlumu izliyorum bahcede. Şu siralar yurdun dort bir tarafinda yagan yagmurlardan sonra baharın bizim bulundugumuz topraklara gelisini gun be gun izliyoruz.  Frezyaların kırmızı ve beyaz ciceklerinden yayılan kokulardan, baklanın ciceklerine, topragın bize sunduklarindan gunes batimina kadar pek cok guzelligin icinde yasiyoruz… 

Patikanin 24 nisanda sezon açılışı olacak. Nasıl bir duyuru yapsak bize gelemeyenlerle bu senligi nasıl paylassak diye dusunuyoruz. Pazar günü bu yöredeki arkadaşlarımızla Patika’da 4 yıldır yaptığımız gibi yine piknik yapacağız. Bize gelebilen arkadaslarla baharın keyfini çıkarmayı düşünüyoruz bahçe işleriyle boğuşurken… Onu izleyen hafta; 23-30 Nisan’da gelenlerle yogun yoga calismalari yapacagiz.

https://patikayolculari.wordpress.com/2011/03/20/patikada-nisanda-yoga-tatili-23-30-nisan-2011/

Bu sezon acilisini yaparken patikanın da etkinliklerini duyurmak istiyoruz.. patikanın aclisinda daha neler yapilabilir acaba..?

Patika’da bu yıl yer alacak diger etkinlikler aşağıdaki linkte:

https://patikayolculari.wordpress.com/etkinlikler-2/

Etkinliklerinin programı ise taslak olarak aşağıdaki gibi

https://patikayolculari.wordpress.com/2000/03/03/patika%e2%80%99nin-2011-yili-etkinlik-takvimi/

Nisan başında, Patika’nın açılışından önce tüm sezon etkinlikleri kesinleşmiş, içerikleri dolmuş olacak. 

Arkadaşlarım zaman zaman Patika’da neler oluyor hiç paylaşmıyorsun dediklerinden beri yani bir yıldır hem facebook u kullanarak hem İstanbul’daki toplantilarla daha çok Patika’da olup bitenleri paylasmaya calisiyorum. Sizler de bana e-posta atıp sizlerin patikasında neler olup bitiyor anlatirsaniz cok hos olur. Aksamlari onlari okuyarak yorgunluk atarim.

Her hafta sizlerle Patika cevresindeki konularla ilgili paylasimlar yapmaya calisacagim. DenizYücel den bahçe işlerine yoga platformunun bitirilmesinden bu yıl Patika’da yer alacak 20 nin ustundeki etkinliğin alt yapısını oluşturmasına kadar çeşitli konular var bu haftanın gündeminde.

Bir de sizinle  “Yaşantımızdaki şamanizm izlerinden bir kaçı…” adlı yazıyı paylaşmak istiyorum.

https://patikayolculari.wordpress.com/2011/03/19/yasantimizdaki-saminizm-izlerinden-bir-kaci/

Sizin de yaşantınızda, yolculuklarınızda neler oluyor paylaşırsanız sevinirim..

Akdenizin kekik kokan büyülü rüzgarları sizinle olsun..

Erol B. Scott, erolbenjamin@yahoo.com

Not: Erol B. Scott hakkında daha fazla bilgi için tıklayın.

Yogatime Yoga Kampı (2 – 9 Temmuz 2011)

21/03/2011

Yogatime Eğitmenleri

Vedat, Sima ve Deniz ile gerçekleşecek Yogatime’ın ilk yaz kampı için hazırlıklara başladık. Sizler de erkenden izinlerinizi ayarlayıp biletlerinizi ayırtarak, kampımızın kesinleşmesi için ön kayıt yaptırabilirsiniz.

…Yogatime yoga eğitmenlerinden pek sevgili dostumuz Erol’un Patika’sında gerçekleşecek yoga kampımızda, 3 Temmuz ile başlayıp 8 Temmuza kadar toplamda 12 yoga dersi olacaktır. Ders akışımız:

08:00-08:30 Sabah meditasyonu
08:30-09:45 Sabah yogası
10:00 Kahvaltı
17:00-17:30 Akşam meditasyonu
17:30-19:00 Akşam yoga uygulaması
19:30 Akşam yemeği

Ders içeriği ve seviyesi katılımcılara ve o anın ihtiyaçlarına göre şekillenecektir.

Kamp her seviyedeki yoga uygulayıcısına açık olup, aileniz veya bir refakatçiniz ile geliyorsanız, yoga derslerine katılmayacak bireylerden yalnızca konaklama ücreti talep edilecektir.

*Kamp içeriği ile ilgili her türlü sorunuz, katılım bildirimi ve detaylar için info@yogatime.com.tr ‘ye e-mail atabilirsiniz.

*Konaklama veya Patika ile ilgili soruları Erol Scott’tan telefonla (533 650 80 70  ya da patikafaralya@yahoo.com dan e-posta ile öğrenebilirsiniz .

Yogatime ekibi 2 Temmuz’da giriş, 9 Temmuz’da çıkış yapacaktır, sizlere de önerimiz rahatınız için seyahat tarihlerinizi 2 ve 9 Temmuz olarak ayarlamanızdır.

Patika hakkında biraz bilgi

Patika, Fethiye’nin Faralya köyünde deniz ve ormanla kucaklaşmış bir coğrafyada yer alıyor. Yürüyüş mesafesindeki Kelebekler Vadisi ve Kabak Koyu ziyaretçilerin en işlek yürüyüş parkuru. Sabahları yogayla başladığımız güne dileyenler tarihi Likya Yolu patikalarını da keşifle devam edebilir, ya da orman içinden sessizce uzanan patikadan 10 dakika yürüyerek denize kavuşabilirler.

Konaklama için Patika sakinlerinin kendi elleriyle yaptıkları, içinde duşu ve tuvaleti olan taş odalardan çadırlara kadar çeşitli konaklama seçenekleri mevcut. Yerel ürünlerin kullanılmaya çalışıldığı, vejeteryan ağırlıklı, sağlıklı ve lezzetli yemekler de sizi bekliyor…

Organik tarım yapılan 5 dönümlük alanda, yoga kamplarından çocuk kamplarına kadar pek çok etkinliğin yer aldığı patika projesiyle ilgili

özet bilgiye https://patikayolculari.wordpress.com/patika/ den

fotoğraflarla birlikte daha fazla bilgiye ise www.patikadayolculuk.com dan ulaşabilirsiniz.

Devrim Akkaya ile Patika’da Yoga Kampi 9-13 Temmuz 2011

21/03/2011

İçinde Yin Yoga ve Tao Vinyasa uygulamarı olacaktır.

Yin Yoga Nedir?

Yin Yoga, Hatha Yoga’nın bir tarzıdır. Diğer yoga tarzlarına nazaran yin yogada kaslar pasif tutulur ve bağ dokular odaklı çalışılır. Yin Yoga, esas olarak kalçalardaki, leğen kemiği bölgesindeki ve bel omurgasındaki bağ dokuların uyarılmasına odaklanır. Eklemler, alt bel ve omurga sağlığı için çok etkilidir. Vücudun görünmeyen kanallarındaki enerji (chi/prana) hareketini teşvik eder. Genelde pasif kaslar ile pozlarda 3-5 dakika kalınır.

Yin yoga; daha dinamik ve kaslara dayalı ‘yang’ egzersizleri tamamlayıcı bir stil olarak, uygulayana bir içe bakış, aktif olan zihni dinginleştirme, nefesinin farkına varma ve farklı algı katmanlarını deneyimleme fırsatı sunar. Rahatlatıcı ve canlandırıcı Yin Yoga; vücut için bir denge ve rahatlama hali sağlayarak meditasyonda fiziksel olarak daha rahat şekilde oturmaya olanak verir

Tao Vinyasa nedir?

“Yang” bir tarzı olan Tao Vinyasa Paul Grilley ve Suzee Grilley tarafindan geliştirilmiş olan ,3 ayrı seriyi içeren,bedenin kendi sınırıyla ve ritmiyle hareket etmesini amaçlayan akışlardan oluşmaktadır.Bu akışlar bedenin farklı bölgelerine odaklanıp, bu bölgelerdeki çalışmayı yogunlaştırıp, temelde bedendeki Chi nın akışını uyaran ve dengeleyen akışlardır.Gunluk derslerde yavaş yavaş bu akışları inceleyip , bazen beraber bazen de ayrı ayrı seriler üzerinde çalışacağız.

Golden Seed (Altın Tohum)
Warrior (Savaşçı)
Flying Dragon (Uçan Ejderha)Tao Vinyasa dersleri (nefes ve meditasyonla başlayacak olan sabah uygulamasi 08:30-10:00 ) ve her gün farklı bölgelere odaklanacak Yin Yoga dersleriyle (kalça , omurga,v.s) tamamlanacak aksam dersi (17:30-19:00 ) dışında kalan tüm zamanınızı kampın keyifli ortamında geçirebilirsiniz.

*Bu kamp her seviyede katılmcıya açıktır ve ingilizce konuşanlar da katılabilir.

*Konaklama veya Patika ile ilgili soruları veya rezervasyonla ilgili ayrıntıları Erol Scott’tan telefonla (533 650 80 70) ya da patikafaralya@yahoo.com dan e-posta ile öğrenebilirsiniz .

*ilk ve son gün için ders saatleri, kampa varışlar ve kamptan ayrılış saatlerine göre değiştirilebilir.

Devrim Akkaya Kimdir?
2006-2007′de Zeynep Aksoy ve David Cornwell’in Cihangir Yoga hocalık eğitimine katılmıştır. 200 saat lik eğitim sonunda / independent yoga network (iyn) tarafından onaylı uluslararası sertifikayı tamamlamıştır. 2007′de Sarah Powers‘tan ilk yin yoga hocalık sertifikasını almıştır. 2009 da Paul Grilley ile Yoga Anatomi Hocalık eğitimi tamamlayarak Yin Yogayı daha da yoğun uygulamaya başlamıştır. 2010 Yılında bir kez daha Paul Grılleyden 100 saatlık Yin Yoga ve Yoga Anatomisi Hocalık Eğitimi almıştır. Kendi pratiği ve verdiği dersler yoğunlukla Yin yoga tarzındadır. Yin Yoga’nın enerjitik etkileri özellikle ilgilendiği bir yaklaşımdır.

Tias Little, Sharon Gannon & David Life , Peter Sterious, Godfrey Devereux’un yoğun eğitim workshoplarına katılan Akkaya, yoga dersleri vermenin yanısıra halen yoga eğitimine de devam etmektedir. Aynı zamanda reiki eğitmeni olan Devrim, reikiye Gülcan Arpacıoğlu ile 2002 yılında başlamıştır. 2005′te reiki ustası William Lee Rand’den özgün reiki teknikleri eğitimi almıştır. 2003 yılında duygusal özgürleşme teknikleri, özgün adıyla “emotional freedom” techniques (eft) eğitimini tamamlamıştır. 2008 yılından berı Cihangır Yoga’da yoğun katılımlı Reiki inisiyasyonları yapmaktadır.

Mimar Sinan Üniversitesi İstatistik mezunu olan Devrim, “anne-bebek”, “çocuk ve hamile” yogası alanlarında yurtdışında pek çok kuruluşta eğitimlerini tamamlamıştır. Reiki, enerji çalışmaları, meridyen teorileri, çakralar ve bunların yoga uygulamalarındaki etkileri ve katkıları konusunda kişisel çalışmaları ve okumaları devam etmektedir.

Patika hakkında biraz bilgi

Patika, Fethiye’nin Faralya köyünde deniz ve ormanla kucaklaşmış bir coğrafyada yer alıyor. Yürüyüş mesafesindeki Kelebekler Vadisi ve Kabak Koyu ziyaretçilerin en işlek yürüyüş parkuru. Sabahları yogayla başladığımız güne dileyenler tarihi Likya Yolu patikalarını da keşifle devam edebilir, ya da orman içinden sessizce uzanan patikadan 10 dakika yürüyerek denize kavuşabilirler.

Konaklama için Patika sakinlerinin kendi elleriyle yaptıkları, içinde duşu ve tuvaleti olan taş odalardan çadırlara kadar çeşitli konaklama seçenekleri mevcut. Yerel ürünlerin kullanılmaya çalışıldığı, vejeteryan ağırlıklı, sağlıklı ve lezzetli yemekler de sizi bekliyor…

Organik tarım yapılan 5 dönümlük alanda, yoga kamplarından çocuk kamplarına kadar pek çok etkinliğin yer aldığı patika projesiyle ilgili
özet bilgiye https://patikayolculari.wordpress.com/patika/ den
fotoğraflarla birlikte daha fazla bilgiye ise http://www.patikadayolculuk.com dan ulaşabilirsiniz.

Diğer Bilgiler
–Kamp her seviyedeki yoga uygulayıcısına açık olup, aileniz veya bir refakatçiniz ile geliyorsanız, yoga derslerine katılmayacak bireylerden yalnızca konaklama ücreti alınacaktır.
–Ders içeriği ile ilgili her türlü sorunuz için devrimakkaya@hotmail.com a e-posta atabilirsiniz.
–Konaklama, rezervasyon ve Patika ile ilgili soruları Erol Scott’tan telefonla (533 650 80 70) ya da patikafaralya@yahoo.com dan e-posta ile öğrenebilirsiniz .
–İlk ve son gün için ders saatleri, kampa varışlar ve kamptan ayrılış saatlerine göre belirlenecektir.
— Ulaşım için http://www.patikadayolculuk.com/konaklama-ulasim.html den bilgi alabilirsiniz
–Yanınızda yoga mat ınızın dışında getirmek isteyeceklerinizle ilgili bilgileri aşaığdaki linkten alabilirsiniz: (http://www.patikadayolculuk.com/sikca-sorulan-sorular.html)

“Beşikten Mezara” değil “Beşikten Beşiğe”

20/03/2011

Cradle to Cradle (C2C)

Michael Braungart ve Tuna Öçuhadar

ile EkoYapı dergisi için yapılan söyleşi,

İstanbul 13 Aralık 2010, Tuna Özçuhadar

Henri Laborit, “İnsan ve Kent” kitabında, çağımız insanı için asıl sorunun çevre kirlenmesine yol açan sanayi kaynaklarını ortadan kaldırmak değil, bir sanayi kolunun atıklarını başka bir sanayi kolunun enerji kaynağına dönüştürmek olduğunu söylüyordu.

Laborit gibi düşünen ve “atık” kavramını bütünüyle ortadan kaldırmak isteyen kimyager Michael Braungart ve mimar William McDonough tarafından geliştirilen C2C “Beşikten Beşiğe” sistemi ile bugün büyük adımlar atılıyor. Braungart’a göre gelecekte sadece teknik besinler ve biyolojik besinler olmalı ve artık atık kavramı bütünüyle ortadan kalkmalı.

Ancak bu yaklaşımı salt malzeme bilgisi ve kimyayla ilgiliymiş gibi değerlendirmek de yanlış. C2C “Beşikten Beşiğe” yaklaşımı temelde insanın rolünün ne olduğu ile ilgili. Artık ürünleri farklı tasarlamaya ihtiyacımız var. Bu yeni süreçte, tasarımcılara çok iş düşüyor…

TÖ: Bilindiği gibi insanlar, içinde bulundukları topluluklar doğrusal şablonlarla tasarlanmış bir yapıda ve biyosfer ile etkileşimi düşünülmemiş faaliyetler içerisindeler. Oysa doğa döngülerle çalışıyor ve bu sistem ile sürdürülebilir bir etkileşimde bulunabilmek için döngüsel düşünce biçimleriyle toplumsal faaliyetlerin yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç var. Bize kısaca “Beşikten Beşiğe” yaklaşımının ana fikrini açıklayabilir misiniz?

MB: Genellikle insanlar ürünlerini ‘beşikten mezara’ üretmeyi düşünüyorlar. Bu da sonunda tüm gezegenin bir mezarlık olacağı anlamına geliyor. Eğer siz yıkımı sadece azaltırsanız beşik biraz daha geç mezara dönüşecektir. Hâlbuki yıkımı yavaşlattığınızda tahribat daha da büyük oluyor, çünkü sistem hücresel boyutta hasar görüyor. Hızlı bir çöküş olduğunda sistem hücrelerinden kendini yenileyebilme şansına sahip.

Doğrusal sistemleri düşündüğümüzde, bu gezegenin üstünde çok kalabalığız. Örneğin karıncaların biyokütlesine bakalım; bu gezegendeki karıncaların tümünün ağırlığının insanların toplam ağırlığının 4 katı olduğunu görüyoruz. Kalori tüketimi itibariyle 30 milyar insanınkine denk geliyor. Aslında biz çok kalabalık değiliz, sadece çok aptalız. Tasarımcılarımız yeterince iyi değil. Çöp ürettiğimiz müddetçe çok kalabalığız. Karıncalarla aramızdaki fark; biz çöp üretiyoruz. Öte yandan karıncalar ise diğer canlılara faydası olacak şeyler üretiyor. Brezilya’daki yağmur ormanları karıncalar sayesinde var. Çünkü onlar materyal akışlarını döngülere geri kazandıracak şekilde tasarlamışlar. Tabii ki biz karıncalar gibi yasamak istemiyoruz. Biz çamaşır makinelerimiz, televizyonlarımız olsun istiyoruz, bilgisayarlar gibi teknik ürünlere sahip olmak istiyoruz. Bu yüzden iki döngüyü birbirinden ayırt ediyoruz. Birincisi tükettiklerimizin içinde bulunduğu biyolojik döngü… Gıdalar, deterjanlar, fren balataları, araba lastikleri vb. şeyler. Bunlar biyolojik döngülere girecek şekilde tasarlanmalıdır. İkincisi ise verdikleri hizmetler için kullandığımız şeyler; televizyonlar, çamaşır makineleri, pencere doğramaları vb. şeyler de teknik döngülerde kullanılmak için tasarlanmalıdır. Yani sadece teknik besinler ve biyolojik besinler var ve atık yok. Her şey sonunda bir besin oluyor. Bu yüzden ürünleri farklı tasarlamaya ihtiyacımız var. Tasarımcılar kilit roldeler, çünkü pozitif malzeme listeleriyle materyal akışlarını tasarlamaları gerekiyor. “Filanca içermez” uyarısı yeterli değil! Yani sizi yemeğe davet etsem ve yemek “tavuk içermiyor” desem çok açıklayıcı olmazdı. İçinde ne olduğunu söylemeliyiz. Biz “Beşikten Beşiğe” ile “teknosfer” ve “biyosfer” deki materyal akışlarını tasarlıyoruz. İşte o zaman bu gezegende daha da kalabalık olabiliriz, çünkü bolca girdilerimiz olacaktır. O zaman diğer canlılara da faydamız olacaktır. “Daha az kötü” olmamıza gerek kalmayacaktır.

SADECE YOK OLURSANIZ “KARBON NÖTR” OLURSUNUZ, BUNUN TEK YOLU BU…

TÖ: Yalıtım malzemelerinde ve örneğin PVC, beton gibi yapı malzemelerinde “Beşikten Beşiğe” yaklaşımı nasıl uygulanıyor? “Beşikten Beşiğe” perspektifinden yapılı çevrede tehditler ve imkanlar nelerdir?

MB: Her şeyden önce yapılı çevre bunun için kilit rolde. Çünkü tüm enerji akışlarının ve materyal kullanımlarının üçte ikisi yapı ve onun çevresindekilerle ilişkili. Genellikle ‘eko-verimlilik’ ile işleri doğru bir şekilde yapıyorsunuz. Ama yanlış bir iş yapıyorsanız ve yanlış şeyleri optimize ediyorsanız bunu mükemmel bir şekilde yanlış yapmış olursunuz. Yapılı çevreye geri dönecek olursak,

Danimarka’da veya İsveç’te binalardaki iç hava kalitesi, şehirdeki havadan 3 ila 8 misli daha kötü. Şimdi enerji tasarrufu için binaları sarıp sarmalayarak problemi daha da büyütüyoruz. Bununla alakalı olarak söylüyorum; astım en çok görülen çocuk hastalıklarının başında geliyor. O yüzden öncelikle doğru şeyin ne olduğunu söylemek, ondan sonra optimize etmek gerekiyor. Yoksa yanlış işleri mükemmel yaparak onları mükemmel olarak yanlış yaparız. PVC örneğine bakarsak; PVC başından beri yanlış bir malzeme. PVC pencere doğramalarını geri dönüşüme soktuğunuz zaman eski kurşun ve kadmiyum stabilizatörleri çıkartıp yeni çinko ve kalsiyum stabilizatörleri katarsanız yeni matrisin içinde ağır metalleri seyreltmiş olursunuz. Örneğin PVC zemin kaplamaları veya duvar kaplamalarına baktığımızda bunların %50’ye varan oranda plastikleştiriciler içerdiğini görürsünüz. Bu plastikleştiriciler sodyum hipokloritle (çamaşır suyu) işlem görür, zehirli gaz salımlarına sebep olurlar ve biz bunları soluruz. Yani yanlış işleri mükemmel yapıyoruz. Söylenecek ilk şey: “ Biz binalardaki iç hava kalitesini, dışarıdakinden daha iyi yapmak istiyoruz” olmalı. Ondan sonra optimize edebiliriz. Bunun için “doğru malzemeler nelerdir” diye sormalıyız. “Bunların doğru kullanış biçimleri nelerdir?”, “Ağaçlar gibi binalar yapabilir miyiz?” Havayı, suyu temizleyen, diğer birçok canlıya habitat olabilecek, toprak üretebilecek, “karbon nötr” değil “karbon pozitif” olan… O zaman binaları ağaçlar gibi, şehirleri ormanlar gibi yapabiliriz. Yapılı çevre bu yönden kilit role sahip. Bu demek oluyor ki mimar ve tasarımcılar bir şeyleri sadece güzelleştirmek için değil; materyal akışını, insanın rolünü tasarlamak ve iyi bir ekolojik ayak izini tanımlamaya yardımcı olmak için varlar. Bugün en yeşil binanın hiç inşa edilmemiş olan olduğunu söylüyorlar. Biz ise diyoruz ki; en yeşil bina ağaç gibi davranan binadır. Neden karbon nötr olmalıymışız? Düşünebiliyor musunuz Kopenhag 2025’de karbon nötr olacağına dair bir deklarasyona imza attı. Sadece yok olursanız karbon nötr olursunuz, bunun tek yolu bu. Ortadan kalkmak için mi imza atmışlar? Biz binaları seviyoruz ve en önemlisi doğayı annemiz gibi görüp romantikleştirmiyoruz. Hiç bir anne 1999 burada (Türkiye) olan deprem gibi bir deprem üretmezdi. Bunun büyük bir felaket olmasının sebeplerinden biri de çelikteki bakır oranı o kadar yüksekti ki çelik kırılıyordu. Çelikteki bakır oranı %0.5’den yüksekse çelik çok daha kolay kırılır. Çok da kuvvetli olmayan bir depremde 20.000’in üstünde insan öldü.

Eko-Verimlilik bakışıyla eski arabalardan yapı çeliği imal ediyorlar, “kullanılabilecek doğru çelik hangisi” diye sormak yerine yapı çeliği için araba çeliği kullanırsanız chromium, manganese, cobalt, vanadium, molybdenum, antimony gibi bütün ender bulunan metalleri kaybedersiniz. Bütün bu metaller çeliğin içinde seyrelir ve yapının içinde kaybolurlar. Seyrelterek kaybettiğiniz için daha çok ender bulunan metaller bulmanız gerekir. Buna da “geri dönüşüm” (recycling) diyorlar!! Bu geri dönüşüm değil, bu “aşağı dönüşüm” (down-cycling)!. Çünkü geri dönüşümde bütün değerli materyali kazanırsınız. Her şey bir ortaklık içinde doğadan öğrenebilmemizle ilgilidir. Depremlerin, doğal felaketlerin sürekli tehditleri yüzünden Türkiye, Hollanda gibi “Beşikten Beşiğe” için ideal bir ülke olabilir. Tüm Hollanda “Beşikten Beşiğe”’ye doğru geçiş yapıyor, değişiyor. Bunun nedeni Hollandalılar “doğa”ya anne gibi bakarak onu romantikleştiremezler, çünkü ülkenin üçte biri deniz seviyesinin altındadır. Bu ondan öğrenmek ve diğer taraftan onunla ortaklık etmeyi getiriyor. Anne demişken… Ben 24 yıldır anne sütünün analizini yapıyorum. Kirliliğin yoğunluğu ve örneğin PVC katkılarının yarattığı kirlilik o kadar yüksek ki kanuni sınırları bazen 800 misli aşıyor. Doğa bunu asla yapmazdı. Doğa biyolojik döngülerde birikecek kimyasalları katiyen üretmezdi. Doğadan öğrenebiliriz. Doğa bizim öğretmenimiz olabilir ama annemiz asla. Şimdi artık 30 yıllık çevrecilik tartışmalarının ardından inovasyonlar yapabilir, çok daha iyi ürünler, binalar üretebiliriz.

TÖ: Bu noktada yine anne sütünün 9 aya kadar vazgeçilmez bir tercih olduğunu tahmin ediyorum, doğru mu?

MB: Anne sütünde bulunan kimyasalların yaklaşık üçte birinin direkt olarak yapı malzemeleri ile alakalı olduğunu söyleyebilirim. Bebeklerin ilk 9 ayda karaciğerleri çalışmadığında anne sütü vermek anlamlıdır. Büyük çoğunlukla hiç bir şey metabolizmalarında durmadığından, geçer gider. Anne sütü tabii ki süt tozundan çok daha iyidir. Ama 9 aydan fazla değil. Karaciğer çalışmaya başladıktan sonra bebek için gerçekten sorun oluyor. Hatta ondan önce, sorun olmasaydı bile, bebeğin istemeyeceği 2500 değişik kimyasalı ona vermek haksızlık olurdu. Sonuç olarak yapı malzemeleri ve iç mekân hava kalitesi kilit derecede önemli.

TÖ: Genellikle yalıtım malzemelerinde bulunan brominatli alev geciktiriciler (BFR) ve ayrıca Türkiye de bilhassa toplu konutlarda sıkça karşılaştığımız beton hakkında sormak istiyorum. Bu yapı malzemelerinin kullanımının yarattığı etkilerden bahsedebilir misiniz?

MB: Böyle buna benzer sonsuz sorun var. Bromium barındıran alev geciktiricileri her yerde bulabiliriz. Bunlar bağışıklık sistemimizi tahrip ediyorlar, hormonlar gibi davranıyorlar ve vücudunuzdaki hormon seviyelerini değiştiriyorlar. Bu yüzden somut olarak tarif etmelisiniz içinde ne olduğunu. Ne olmadığını değil! Betonda mesela yaklaşık 300 katkı malzemesi kullanılmakta. Hiç bir şey binalar için tasarlanmıyor, hiç bir şey iç mekân kullanımı için tasarlanmıyor, sadece enerjiden tasarruf etmek için. Ama biz bunu farklı yapabiliriz. Biz Heidelberg Çimento gibi bir firmayla bile havayı temizleyebilen çimento üzerinde çalışıyoruz. Sadece “zehirli olmayan” değil! Bu yüzden çimentonun içinde olabileceklerin pozitif listesi üzerinde çalışıyoruz. “Filancasız” değil! Birçok farklı karakteristiğe sebep olacak özellikte katkı malzemeleri var. Bunlar binanın içinde kullanılacak diye tasarlanmamışlar. Ucuz olsunlar ve bir şekilde işe yarasınlar diye geliştirilmişler. Çimento sanayisinde çok fazla atık yakılıyor ve bundan kaynaklı kirliliği çimentonun içinde daha sonra görebiliyorsunuz. Bu yüzden içinde ne olduğunu pozitif olarak tanımlamalıyız.

AĞAÇTAKİ YAPRAK SADECE “ZEHİRLİ DEĞİL” DEĞİL! HAVAYI TEMİZLİYOR…

TÖ: “Beşikten Beşiğe” çerçeve programında sertifikalandırma konusu nasıl kurgulanmış durumda? Kaliforniya’daki enstitüden biraz bahsedebilir misiniz?

MB: Önceleri Kaliforniya’da adına “Yeşil Ürün İnovasyon Enstitüsü (Green Product Innovation Institude) dediğimiz sonradan adını “Beşikten Beşiğe Ürün Enstitüsü” (Cradle to Cradle Product Institude) olarak değiştirdiğimiz, kar amacı gütmeyen bir enstitü kurduk. Burada elinizdeki herhangi bir materyali gidip sertifikalandırabilirsiniz. Biz birlikte çalıştığımız firmalara, çalışmadığımız diğer firmalardan farklı davranılmamasını sağlamalıydık, yoksa öbür türlü kendi kendimizi sertifikalandırıyor olurduk. Herkesin sertifika alma hakkı olmalı ve bu nedenle bu enstitü kuruldu. Örneğin Desso gibi firmalarla çalışıyoruz, halı üretiyorlar. Bu halılar sadece “kokmuyor” değil, bu minimum olurdu,  aynı zamanda havayı temizliyorlar. Ağaçtaki yaprak sadece “zehirli değil” değil! havayı temizliyor. Çalışmadığımız diğer bütün firmaların da sertifika alma şansına sahip olmalarını sağlamalıyız.

TÖ: Yapı malzemelerine dönecek olursak; geçenlerde bir yazıda ‘Beşikten Beşiğe’ gümüş sertifikasının, üzerinde brominatlı alev geciktiricisi olan bir strafora verildiğini okudum. Kritik bulduğum bir konu olduğundan sormak istiyorum. Bu ne anlama geliyor?

MB: Bunu ben de gördüm. Bana kalsa sertifikalandırmazdım. Ancak burada sertifikalandırılanın ürün değil şirketin stratejisi olduğunu söylemeliyim. Dow, bunun yerine alternatifini 2 yıl içerisinde koyacaktır. Bunun için ellerinde var olanla para kazanmaları lazım. Dow gibi bir firmayı ele aldığımızda ürünlerini %40’ının “Beşikten Beşiğe” için uygun olduğunu görürüz. Fakat bunun reklamını yapamazlar çünkü kalan %60’i uygun değil. Tümünü değiştirebilmek için para kazanmaları gerekir. Desso’ya baktığınızda 2020’de nerede olmak istediklerini tanımlamışlar. Şimdi buradayız ve 2020’de şurada olmak istiyoruz diyorlar. Desso gibi bir firma bile bitumen tabanlı halıları satarak para kazanmak durumunda. Bitumen taban asla “Beşikten Beşiğe”’nin içine girmez çünkü hiçbir şeyi ayrıştıramazsın ve bitumen her şeyi kirletir. Bugün bitumenden sorunlu bileşenleri ayırabilirsiniz, fakat yine de bunları teknik veya biyolojik döngülerin içine sokamazsınız. Şimdilik firma bununla para kazanmak durumunda. Yalıtım malzemesinde sertifikalandırılan, Dow’un bunu değiştirmeye olan niyeti ve atmayı düşündüğü adımlardır. Eğer gerçek bir alternatif ile gelmezlerse sertifikayı 16 ay içinde kaybedeceklerdir.

TÖ: Yani sertifika ürüne değil niyete verildi öyle mi?

MB: Sertifika denildiğinde ‘pozitif olarak tanımlanmış’ demek oluyor. Onlar ilk defa sistematik olarak ürünün içinde ne olduğunu listelediler. Bu birincisi. İkincisi ise biyolojik ve teknik döngülere girmesini planladılar ve A, B, C, X içerisinde yer değiştirecekler. A ideal, B prensip olarak uygun, C tolere edilebilir, X ise aşamalı olarak çıkartılmalı anlamına geliyor. Bromin içeren her şey kesinlikle X kimyasallarıdır, şüphesiz çıkartılmalıdırlar. Eğer 2 yıl içersinde çıkartmazlarsa sertifikalarını kaybederler. Fakat onlar bir plan yaptılar ve bunu nasıl gerçekleştireceklerini söylediler. Biz bu nedenle onlar yanlış ürünü satarken bile orada neyi değiştirmeleri gerektiğini söyleyerek onlara yardımcı oluyoruz. Çünkü materyalin kendisi orada dönüşümün faktörü oluyor. Dediğim gibi biz onların planını ve pozitif malzeme tanımlarını sertifikalandırıyoruz. Onun için sertifikanın mantığına göre anlamlı oluyor. Bana kalsa sertifikalandırmazdım fakat sertifikanın yönergesine göre sertifika alma hakları var.

TÖ: Yine de hala biraz yanıltıcı değil mi?

MB: Evet, tabii. Tümüyle sizinle aynı fikirdeyim. Bunu gördükten sonra duramazdım, bu sebeple şu anda sertifikanın 3.0 versiyonu üzerinde çalışıyoruz. Böyle bir durum bir daha mümkün olmayacak. Sertifikalarını kaybetmemek için 16 ay içinde bir alternatif ile geleceklerini düşünüyor ve onlara güveniyoruz.

İHTİYACIMIZ OLAN ŞEY MİZAH ANLAYIŞI, YARATICILIK, EĞLENCE, İYİMSERLİK, MERAKLI OLMAK,  ÇEŞİTLİLİĞE İLGİ DUYMAK…

TÖ: Peki “Beşikten Beşiğe”nin Türkiye’de kullanımı için neler önerebilirsiniz? Yapılı çevrede başarılı olabilecek değişim için kaldıraçlar nerelerdedir? Nelerdir? Kimlerdir?

MB: Öncelikle doğru yönde basit işler yapmamız lazım. Yoksa ekonomik büyüme çok hassas temellere dayalı. Örneğin yapı malzemelerini değiştirmezseniz bir sonraki deprem, büyümenin de büyük bir kısmını tahrip edecektir.

TÖ: Ulaşılabilir, erişilebilir meyveleri önce toplamak…

MB: Evet. Söylenecek ilk şey “hadi gelin değişik çeşit materyallerle kirlenmemiş sadece çelik olan yapı çeliği üretelim.” İhtiyacımız olan şey mizah anlayışı, yaratıcılık, eğlence, iyimserlik, meraklı olmak,  çeşitliliğe ilgi duymak vb, ve bunların tümü Türkiye ile alakalı şeyler. Burada insanların çok iyi bir kültürel arka planları var, “Beşikten Beşiğe “ye güçlü bir şekilde destek olabilirler. Basit şeylerle başlardım ve derdim ki “Biz iç mekan hava kalitesi dışarıdakinden daha iyi olan binalar istiyoruz”, “Biz karbon pozitif olmak istiyoruz, karbon nötr olmak istemiyoruz,”, “Biz başka canlıların hayatına destek olabilecek binalar inşa etmek istiyoruz.”. Bu nedenle ağaçlar gibi binalar yapalım, böylelikle çabucak ‘Beşikten Beşiğe’ ye çok yaklaşmış oluruz. Bu aynı zamanda insanoğlunun bu gezegendeki yaratıcılığını kutlamakla da ilgilidir. Var olduğumuz için kendimizi suçlu hissetmemeliyiz. Varlığımızla gurur duyabiliriz.

Kadınların ruj sürmesi verimli (efficient) olmayabilir ama etkili(effective) olduğunu hepimiz biliyoruz.

TÖ: Merak uyandıran konuların bazılarından peş peşe birleştirilerek oluşturulmuş bir soru dizisi ile devam edelim. ‘Beşikten Beşiğe’, ‘Biyo-taklit’i nasıl dahil ediyor, permakültür prensiplerini nasıl kullanıyor, tasarımın sosyal yönü ile ilgili bir şeyler söylüyor mu? İnsan ihtiyaçlarını nasıl tarif ediyor? Elektromanyetik radyasyon hakkında ne düşünüyor?

MB: Anlaşılması gereken en önemli şey bu artık “yeşil” hakkında bir şey değil, bu kalite hakkında bir şey. Bu sürdürülebilirlik hakkında değil. Çünkü sürdürülebilirlik yeterli değil. Sürdürülebilirlik sadece kötü yaptığınız şeylerin telafisi ile ilgileniyor. Kimya sanayisi bile bunu anladı. Artık konu “yeşil kimya” değil, konu “iyi kimya”. Basitçe konu iyi mimari, konu iyi tasarım ve bu tümüyle kalite ile ilgili. Bu yüzden tabii ki “biyo-taklit’i dahil ediyoruz. Çünkü doğadan öğrenebiliriz, onunla ortaklık kurabiliriz. The Natural Step de var bunun içinde çünkü sistem koşullarını iyi anlamalıyız. “Beşikten Beşiğe” de ‘yapmamalısın’ ‘etmemelisin’ yok. İnsanların “daha az kötü” olmalarını sağlamak için onları kontrol etmek yerine, onları iyi olmaları için destekliyoruz. Onlara iyi olabilmeleri için şans verirseniz iyi olmak istediklerini biliyorum. İnsanlar toplumda kabul gördüklerini kendilerine güvenildiklerini hissettiklerinde her zaman arkadaş canlısı ve cömert olurlar. Bu bütün kültürlerde böyle. O yüzden insanların “daha az kötü” olmalarını sağlamak için neden onları kontrol edesiniz ki? ‘Beşikten Beşiğe’ batının problemlere ve kavramlara analitik bakışı, doğunun döngüsel düşünce tarzını ve güneyin tüm bunları keyifle yapmasını birleştiriyor. Türkiye bunun tam ortasında ve ‘Beşikten Beşiğe’ için ideal bir ülke.

TÖ: Tasarım süreci nasıl işliyor? Şirketlerin, tasarımcıların karar vermelerine, paydaşlarla hep birlikte tasarım yapmalarına yardımcı olacak bir metot öneriyor musunuz?

MB: Evet, tabii. Tasarımcılar bunların arasında en önemlileri. Ve mimarlar, mantıken onlar da tasarımcıdır. Her şeyi paket ve içeriği olarak görmeye ihtiyacımız var. Evler insanların ikincil paketleridir. Kıyafetlerimiz de birincil paketimizden başka bir şey değildir. Dergiler, bilginin, eğitimin ve eğlencenin paketidir vb.. Sormamız gereken: “niyet nedir?” Bu ürünü aldığında ne yapmak istiyorsun? Birçok durumda üründen bahsederken aslında onun sağladığı servis ile ilgileniyoruz. Gerçekten yeni bir halı mı almak istiyorsunuz? Yoksa aslında yeni bir akustik ve görüntü mü istiyorsunuz? Yani sorulacak ilk soru; “Ürünün amacı ne?’ sonra dersiniz ki ben bu amaca nasıl hizmet edebilirim? Sonra geliştirdiğim ürün kullanılırken tüketiliyor mu, kimyasal, biyolojik ve fiziksel olarak değişiyor mu? Biyolojik sisteme göre tasarlanmalı. Bugün bütün bu endüstriyel yaşantımızın içinde ürettiğimizden 5000 kat daha fazla verimli toprak tüketiyoruz. Bütün karbonun üçte ikisi petrolde veya kömürde değil, toprakta. Biyokütle için mısır ürettiğimizde örneğin 11 ila 13 ton hektar başına toprak kaybediyoruz. Bunu asla telafi edemeyiz. Örneğin demeliyiz ki; üretilen ürün ayakkabının tabanı olduğunda biz bunu tüketiyor muyuz? Avrupa Birliğinde üretilen bir sandalyeden bir parça koparsanız, parçayı tehlikeli atık yakma tesisine göndermelisiniz. Oldukça sağlıksız bir durum. Bizim seçtiğimiz her şey sizin yiyebileceğiniz şeyler. Çünkü yersiniz, temas edersiniz ya da solursunuz. Böylelikle materyal biyolojik sisteme gidebilir. Kestiğiniz parçaları bahçeye gömebilirsiniz, turba yerine geçer. Yani biyolojik bir besindir. Ya da diyebilirsiniz ki “siz yoksa bunu çamaşır makinesi gibi kullanmak mı istiyorsunuz? Çamaşır makinesini tüketmezsiniz, onu sadece kullanırsınız. Yani biyosfer ve teknosfer’deki, biyolojik ve teknik besinler arasındaki farkı ayırt edersiniz. Sonra bir ürün geliştirirsiniz, fakat sadece ürünü geliştirmezsiniz bunun tedarik zincirini de geliştirirsiniz. Bu tabii ki, bu ürün aynı ürüne yeniden dönüşecek anlamına gelmiyor. Bir sonraki şey ise teknosfer ve biyosferin idaresi için tasarlarsınız. İçinde bulunacak materyallerin pozitif listesini yaparsınız. “Filancasız değil” şeklinde ifade etmek yerine içindekileri tanımlarsınız. Sonra onları biyolojik ve teknik sisteme nasıl sokacağınıza bakarsınız, sonra da bunu nasıl gerçekleştireceğinizin planını yaparsınız. Bu nedenle önce nerede olduğunuzu sonra da nerede olmak istediğinizi tanımlarsınız, bunun için bir yol haritanız olur ondan sonra da müşteriniz dönüşümünüzde size yardım eder. Bu tasarımcıları çok daha önemli kılar.

Gübrelerdeki radyoaktivite ile ilgili kanuni hiç bir sınırlama yoktur. Biz farkına varmadan sürekli arttırdığımız kontaminasyonumuzu gübrelerdeki radyoaktivite ile de alıyoruz. Lösemi düşük doz radyasyon ile çok yakından alakalıdır. Örneğin alçıtaşında kömürle çalışan termik santrallerdekinden çok radyoaktivite vardır. Sonra bunu ve çimento ile birlikte radyoaktivite yüklü uçucu külleri de binanın içine sokuyoruz ve binayı ışınım salan, sağlıksız bir yer haline getiriyoruz. Bu yüzden somut olarak nerede olmak istediğinizi tanımlamalısınız. Sonra oraya nasıl gideceğinizi planlamalısınız. Bunu yapmak için bir engel olduğunu düşünmüyorum. Belki biliyorsunuzdur fosfat her şeyden çok daha değerli. Mimarlar besleyicileri (nutrients) geri getirmeliler. Bakır az bulunuyor, petrol de öyle. İşin enerji tarafını çözeriz, ama materyal tarafından gelen, geri dönen yeterli materyalimiz yok. Anahtar tasarımcılar ve mimarlarda.

TÖ: Karmaşık sistemlerle baş etmek her zaman sorundur. Belli bir amaç için bir kimyasalı onayladığınızda mesela onun kullanım safhalarında hangi başka kimyasallarla çapraz reaksiyona gireceğini asla bilemeyebilirsiniz. Zincirleme reaksiyonları önceden kestirmek mümkün olmayabilir. Örnek olarak birçok diş macununda bulunan triclosan, şehir şebekesinden verilen suyun içindeki klorin ile birleştiğinde, her dış fırçaladığımızda bizi sistematik olarak zehirleyen bir unsura dönüşüyor.

MB: Tabii bunu herkes bilir. Zehiri normal bir banknottan da alabilirsiniz, üstünde stabilizatör olarak kullanılan epichlorohydrin bulunmaktadır. Kirli para ile sürekli kontaminasyona maruz kalıyoruz. Başından itibaren kirli çünkü elle teması düşünülerek tasarlanmamış. Örneğin Avrupa da kullanılan madeni paralara baktığımızda herhangi legal bir üründekinden 200 kat daha fazla nikel bulunduğunu görüyoruz. Kadın kasiyerlerin nikel alerjisi oluyor. Kadınların %15’inde var bu. Bu çok kritik ve işte bu yüzden tasarım çok önemli. Kesinlikle haklısınız, kimyasallar birbirini etkiler. Onun için emin olunması gereken ilk şey onların biyolojik sistemde kalıcı, dirençli olmamaları ve birikmemeleridir. Bu tür kimyasallar “Beşikten Beşiğe” ürünlerinde ve üretim süreçlerinde uzun vadede kullanılamazlar.

TÖ: Sertifika sahiplerinin veritabanlarından oluşan bir geribildirim mekanizması var mı?

MB: Evet. Somut olarak ellerinde olanı ve optimizasyon planlarını tanımlamalılar. Bunu yapmazlarsa 2 yılda sertifikalarını kaybederler. Ben kimyager ve malzeme ile uğraşan bir bilim insanı olduğum için herkes “Beşikten Beşiğe”yi malzeme bilgisi ve kimya ilgili bir şeyler zannediyor. Hayır değil! Bu temelde insanın rolünün ne olduğu ile ilgili. Doğru soruları sorarak birçoğundan daha iyi kimyager olabilirsiniz. Tasarımcı olarak sadece doğru soruları sorarsanız; “Bunu yaktıktan sonra bahçeme gömebilir miyim?” Bu kompost olur mu? veya bunu teknik döngülere tekrar nasıl sokabilirim? vb. kimya bilmenize gerek kalmaz. “Beşikten Beşiğe” nin başarısı ‘evet – hayır’ kararlarından geliyor. Piyasadaki her şey o kadar ilkel ki, doğru sorularla çok parlak bir tasarımcı olabilirsiniz. 3 yıl öncesine kadar piyasada siyah olup da derinize direkt temas ettirmek isteyebileceğiniz hiç bir tekstil ürünü satılmıyordu. Biz bütün bu lüks markaları inceledik. Armani, Gucci, Louis Vuitton, bunların tümü tehlikeli atık sınıfında. Çocuk oyuncaklarını inceledik. Metal oyuncaklarda 700’e kadar sorunlu kimyasallarla karşılaştık. Şimdi Avrupa birliği yasakladığı kimyasalların sayısını 39’dan 64’e çıkarttı. Buna “Ekolojizm” diyoruz, bir şeyi yapıyormuş gibi görünüyorlar. Bu bana nasıl yardımcı olabilir ki, eğer ben dünyanın en büyük çocuk oyuncağı üreticisinin metal oyuncaklarında 700 problemli kimyasal buluyorsam? Çocukların oyuncaklarının içine kadar girmemeliyiz. Daha iyi çocuk oyuncakları en son teknolojiye sahip tasarımlar değil basit olanlar. Bütün materyalleri bilmeniz gerekmez. Burada tasarımcılarda olması gereken mantığı görebiliriz. Çok basit şeylerden başlayabiliriz. Teknosfer ve biyosfer! Sonra kimyagerlere gelir seçenekleri sorarsınız. Birisi “eğer elinde çekiç varsa her şey sana çivi gibi gelir’ demişti. Ben kimyagerim her şeye kimyasal gözüyle bakıyorum. Tasarımcılar için soru bu değil. Çoğunlukla bir şeyleri güzelleştirmek için daha farklı yapabilir miyiz diye bakıyorlar ve bununla mutlu oluyorlar. Bizim gerçekten bir şeyleri değiştirmek isteyen daha değişik kişiliklere ihtiyacımız var, sadece güzelleştirmekle uğraşmayan. Yoksa yanlış şeyleri optimize ederek onları mükemmel olarak yanlış yapıyoruz.

Michael Braungart kimdir?

Prof. Dr. Michael Braungart, 1987 yılında kurduğu EPEA Uluslararası Çevre Araştırma Şirketinin (Hamburg, Almanya) bilimsel direktörlüğünü yürütüyor. Virginia, Charlottesville’deki  McDonough Braungart Tasarım Kimya’nın (MBDC) ve ayrıca 1989 yılında kurulan Hamburg Çevre Enstitüsünün (HUI) da kurucuları arasında yer alıyor. Bu organizasyonlar, bilinçli, estetik ve eko-etkili tasarımlar ile bütünleşen değerler topluğunu paylaşmakta ve Beşikten Beşiğe® çerçevesi içinde ürünleri en iyi şekilde kullanmanın yollarını aramaktadırlar.

Michael Braungart, 1994 yılından beri Lüneburg Üniversitesi’nde (Almanya) Süreç Mühendisliği konusunda profesörlüğünü sürdürüyor. Bunun yanında 2008 sonbaharından itibaren Rotterdam Erasmus Üniversitesi, Hollanda Dönüşüm Araştırma Enstitüsü’nde (DRIFT), Delft Teknoloji Üniversitesi işbirliği ile kurulan kürsünün sorumlusu olarak Beşikten Beşiğe® yüksek lisans programını yürütüyor.

Bu faaliyetlerle birlikte, Prof. Braungart eko-etkili ürünlerin ve yönetim sistemlerinin tasarımı için araçlar geliştirmekte, çeşitli sektörlerden, birçok kuruluş ve şirket ile beraber çalışmaktadır. 2002 yılında Darden School of Business’e konuk profesör olarak davet edilmiş, eko-verimlilik ve eko-etkililik, Beşikten Beşiğe® tasarımı ve bilinçli materyal havuzu oluşturma gibi konularda dersler vermiştir ve bütün dünyada çeşitli üniversitelerinde dersler vermeye devam etmektedir.