Archive for the ‘Kampanyalar’ Category

Çocuklar ve Gıda Katkı Maddeleri

15/03/2012

Gıda katkı maddeleri ilk keşfedildiğinde, bir gıdayı daha mutlu tüketmek için, harika oldukları düşünülmüştü. Örneğin bir kek için lezzetli bir aroma veya bir meyve suyu için parlak bir renk verecekti. Fakat sonra ispatlandı ki bu maddelerin bir kısmı kimyasallardı ve düzenli olarak ve fazla miktarda kullanıldıklarında, insan sağlığı için tehlikeli olmaktaydı. Günümüzde gıda üreticileri birçok gıda katkı maddeleri kullanmaktalar.

Bunların bir kısmını çocuklarınızın tüketmesini İSTEMEZSİNİZ. Gıda katkı maddeleri, koruyucular, renklendiriciler, aromalar, tatlandırıcılar, stabilizerler, antioksidanlar ve birçok daha fazlasını içerir. En çok da ambalajlı gıdaların tat ve kokusu ile görünüşüne katkı sağlamak ve raf ömrünü artırmak için kulanılırlar. Şu tabloyu bir hayal edin: Akşamüzeri, bir süpermarkette yavaş ilerleyen kasa kuyruğundasınız. Küçük Selim, her geçen dakika daha talepkar davranıyor ve sizin sabrınız azalmaya başlıyor. Sonunda Selim’in bardağını taşıran son damla geliyor ve siz de çaresizce onun en sevdiği kırmızı şekerlemeyi ona alıyorsunuz. Olamaz! Ne yanlış ama! Malesef siz Selim’’in daha da sakinleşmesini beklerken, Selim’in davranışları daha da kötüye gidiyor. Şekerlemelerin, doğal olmayan içeceklerin, keklerin, cipslerin, dondurmaların ve çocukların sevdiği bazı hazır gıdaların temelinde; çeşitli yan etkileri bulunan yapay boyalar, yapay aromalar ve diğer bazı katkıları içeriğinde bulundurma ihtimali vardır. Bu katkıları tüketmek, hiperaktivite, öfke nöbeti, huzurluzsuk, huzursuz uyku, öğrenme güçlükleri ve birçok sağlık problemlerine klavuzluk edebilir. Çocuklar alerjik eğilimleri veya ailede bulunan atopik alerji öyküsüne (astım, egzama ve yüksek ateş gibi) sahiplerse, yapay katkı maddelerine özellikle duyarlıdır. ÇOCUKLAR İÇİN TAKİP EDİLMESİ VE KAÇINILMASI GEREKLİ GENEL KATKI MADDELERİ E-KODU ADI HANGİ GIDALARDA BULUNABİLİR NEYE YOL AÇABİLİR? RENKLENDİRİCİLER E 102 TARTRAZINE YELLOW İçecekler, şekerlemeler ve tatlılar (höşmerim), dondurma, sakız, puding, reçeller, soslar, tütsülenmiş morina balığı Hiperaktivite, migren, astım atakları, ciltte isilik ve kaşınma, burun akıntısı, huzursuz uyku E 110 SUNSET YELLOW Sıcak çikolata içeceği, şekerlemeler, hazır çorbalar, portakallı gazozlar, reçeller, dondurma İsilik/şişme ve kabarıklılar, hiperaktivite, mide rahatsızlığı, kusma E120, E124 COCHINEAL, PONCEAU KIRMIZISI Şekerlemeler, tatlılar, soslar, içecekler, çorbalar, bisküvi kremaları Hiperaktivite, astım atakları E 150 AMMONIA KARAMEL Çikolata, cipsler, içecekler, sirkeler, pasta dekorasyonları, bisküviler, kekler, dondurulmuş tatlılar Sindirim problemleri ve ishal E 160(b) E 173 ANNATTO ALÜMİNYUM Margarinler, peynirler, cipsler, dondurmalar, krema, şekerli kremalar, bazı kekler, içecekler, işlenmiş balık, köfte Pasta ve hamur işi şekerleme dekorasyonları Hiperaktivite, alerjik reaksiyonlar Beyin hücreleri için potansiyel toksiktir, Alzheimer ve kemik anormallikleri ile bağlantısı olduğu düşünülür. KORUYUCULAR E 210 E 220 E 227 E250, E 251 BENZOİK ASİT SULPHUR DIOXIDE KALSİYUM HİDROJEN SÜLFİT SODYUM NİTRİT, SODYUM NİTRAT Reçeller, şuruplar, salata kremaları, salata sosları, meyve suları, margarinler, içecekler Meyve suları, meyve salatası, kurutulmuş meyveler, reçeller, sucuk, sosis vb. et ürünleri, içecekler Reçeller, jöleler Tütsülenmiş et, işlenmiş et ürünleri (sosis, sucuk, salam vb.), dondurulmuş pizzalar Astım atakları, isilik, mideyle ilgili irritasyonlar Astım atakları, hiperaktivite, mideyle ilgili irritasyonlar Astım atakları, hiperaktivite, alerjik cilt reaksiyonları, mideyle ilgili irritasyonlar Baş dönmesi, başağrıları, nefes alma zorluğu ve hiperaktivite E 282 KALSiYUM PROPİYONAT Ekmek, işlenmiş peynirler, dondurulmuş pizzalar Başağrıları, ciltte irritasyon, huzursuzluk, alınganlık DiĞERLERİ (Tatlandırıcılar, antioksidanlar, kıvam vericiler, vb.) E 310 PROPİL GALLAT-ANTİOKSİDAN Bitkisel yağlar, margarinler, kahvaltılık tahıllar, atıştırmalık gıdalar (cips, kraker vb.), hemen pişen patates, sakızlar Ciltte irritasyon, gastrik irritasyon, hiperaktivite E 320 BÜTİLLENMİŞ HİDROKSİ ANİSOL (BHA) – ANTİOKSİDAN Bisküviler, şekerlemeler, kuru üzüm, meyveli tart, içecekler, cips, baharatlı pirinç karışımları Hiperaktivite E 420, E421 SORBİTOL, MANNİTOL Çikolatalar, şekerlemeler, hamur işleri, dondurma, kuru üzüm, ambalajlı pasta ve kekler, sakızlar Midede gaz oluşumu, şişkinlik, ishal, mide bulantısı E 621 MONOSODIUMGLUTAMATE (MSG) – TAT ZENGİNLEŞTİRİCİ Cipsler, hazır çorbalar, et ürünleri, konserveler, işlenmiş peynirler, aromalı şehriyeler, baharat kaplamalı kraker ve kuruyemişler, tütsülenmiş et ürünleri, pişmiş kürlenmiş etler, salata sosları Hassas kişilerde hızlı ve düzensiz kalp atışlarına sebep olabilir, baş dönmesi, zayıflık, susuzluk, mide bulantısı, başağrısı, koltukaltı ve yüz çevresinde soğuk terleme

Hazırlayan: Gıda Müh. Şebnem Kaya Kaynaklar: Simon Lewis, Nutritional Therapist, UK Alia Almoayed, Nutritional Therapist, UK

GDO Nedir? Nasıl Yapılır? Neden Korkulur?

17/02/2012

Çok tartışılan ancak anlaşılması zor bir şey GDO. Bu sebeple bu yazımda bunun ne olduğunu, olabildiğince anlaşılabilir bir şekilde anlatmaya çalışacağım.

Temel olarak kısaca şu iki tanımı yapalım:

Genetik değişim (GD) modern biyoteknoloji teknikleri kullanarak bitki veya hayvan gibi bir organizmanın genlerini değiştirmektir. Genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) genetik değişim yolu ile farklılaştırılan bir bitki, hayvan ya da diğer bir organizmadır. GD, geleneksel ıslah teknikleri ile yapılamayacak yollardan bir organizmanın genlerini değiştirebilir.

Benim birçok kişiye sorup doğru düzgün cevap alamadığım bir soru var:

Gen nerededir?

Evet sürekli bahsedilen, genetik bilgiyi de taşıyan bu çok önemli/gerekli şey gen nerededir ve nedir?

Bunu açıklamak için gelin büyükten küçüğe gidelim, temel biyoloji bilgilerimizi tazeleyelim:

Organizma: Canlı bir varlığı oluşturan organların tümüne denir. Örneğin insan organizması, kurbağa organizması, Elma ağacı organizması (ağacın bütünü)

Sistem: Aynı amaç için bir yapı sisteminde çalışan organların bütünüdür. Örneğin insan sindirim sistemi, kurbağa solunum sistemi, Elma Ağacı kök sistemi

Organ: Canlı bir vücuttaki dokuların bir araya gelerek anatomik ve işlevsel bir bütün oluşturduğu, belirli bir görev yapan ve sınırları kesin olarak belirlenmiş vücut bölümüne organ denir. Örneğin insan midesi, kurbağa akciğeri, elma meyvesi

Doku: Organları meydana getiren, şekil ve yapı bakımından benzer olup, aynı vazifeyi gören, birbirleriyle sıkı alâkaları olan aynı kökten gelen hücrelerin topluluğudur. Örneğin insan mide bağ dokusu, akciğer zarı, elma epidermis dokusu

Hücre: Bir canlının yapısal ve işlevsel özellikleri gösterebilen en küçük birimidir. Hücreler bir araya gelerek dokuları oluşturur.

Hücre, diğer yukarıdakilerden farklı olarak kendi başına da bir canlıdır.

Gelin şimdi hücrenin resmine bakıp genin ne ve nerede olduğuna buradan bakalım:

Resim 1: Teorik bir canlı hücrenin, teorik çizimi.

Evet, genin nerede olduğunu bulmak üzereyiz. Az kaldı.

Hücre bölünerek çoğalır. Yukarıdaki resimde gördüğünüz çekirdekçik, kromatin ipliğin yoğunlaşmış şeklidir. Bunlar hücre bölünmesi anında kısalıp, kalınlaşarak belirginleşir ve kromozom adını alırlar. Kromozom sıkışmış DNA’ dır. Görevleri, hücrenin yönetimini ve kalıtımı sağlamaktır. Her canlı türünde belli sayıda olup, zamanla değişmez.

Normal zamanda kromatin iplikçikleri halinde çekirdek içerisinde bulunan DNA, hücre bölünmesi sırasında sıkışarak kromozom şeklinde eşlenmiş hale gelir. Bir çizim ile anlatacak olursak:

Resim 2: Teorik bir canlı hücrenin, teorik bir kromozomunun teorik olarak çizimi ve DNA sarmalı.

DNA (Deoksiribo Nükleik Asit) : Tüm organizmalar ve bazı virüslerin canlılık işlevleri ve biyolojik gelişmeleri için gerekli olan genetik talimatları taşıyan bir nükleik asittir.

İşte bir organizmanın nasıl oluşup nasıl işleyeceğinin tüm bilgisi bu DNA zinciri içerisindedir. Gen ise sözlük anlamı ile,

Gen: Bir kromozomun belirli bir kısmını oluşturan dizidir. (Yani kromozom üzerinde bir bölgedir)

Resim 3: Gen(ler)in nerede olduğunun basit tarifi

Yani gen kromozomun ya da DNA zincirinin uzun ya da kısa olabilen bir parçasıdır ve her bir gen organizmanın oluşumu veya işleyişi ile ilgili bir bilgi taşır. Kimi zaman organizmanın belirli bir özelliğinin bilgisi tek bir gen tarafından belirlenirken kimi özellikler birden çok gen tarafından belirlenebilir.

İşte bu noktadan sonra işler daha da karmaşıklaşıyor. Bir genin, bir canlının hangi özelliklerini yönettiğini ya da bir özelliğin bilgisinin hangi genlerde olduğunu bilmek çok zor. Örneğin insanlarda göz rengi:

İnsanlarda Göz Renginin Genetik Durumu

“Önceleri bilim adamları insanın göz rengini sadece bir çift genin belirlediğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla bu düşünceye göre kahverengi göz dominant (baskın), mavi ise resesif (çekinik) olarak tanımlanmıştı. Günümüzdeyse artık bu düşüncenin doğru olmadığı, göz rengini belirleyen mekanizmanın daha karışık olduğu ve en az üç farklı gen tarafından kontrol edildiğini biliniyor. Bu genlerden ikisi 15. kromozom (bey 1 ve bey 2 genleri) biri ise 19. kromozom (gey geni) üzerinde bulunuyor. Bey 1 geni kahverengi göz rengi koduna, bey 2 geni kahverengi ve mavi göz rengi kodlarına (kahverengi ve mavi aletler), gey geni ise mavi ve yeşil göz rengi kodlarına (mavi ve yeşil aleller) sahip.

Her ne kadar bu bilgiler mavi yeşil ve kahverengi göz renginin genetik geçişini açıklasa da, diğer göz renklerinin nasıl oluştuğunu veya mavi göz rengine sahip ebeveynlerden nasıl olup da kahverengi göz rengine sahip çocukların doğduğu açıklanamıyor. Bu da henüz daha kanıtlanamamış ve göz renginin belirlenmesi mekanizmasında görev yapan başka genlerin de olabileceği mesajını veriyor.”

Burada vurgulamak istediğim asıl nokta, bırakın bir bitkinin ya da hayvanın genetiği değiştirildiğinde üretebileceği bilinmez maddelerin ne olabileceğini tahmin etmeyi; bilim şu anda insan göz renginin bile nasıl oluştuğunu ve hangi genlerce nasıl yönetildiğini net olarak bilememektedir.

Evet şimdi GDO’ nun nasıl yapıldığı ve dolayısı ile ne sonuçlara yol açabileceğini aydınlatabiliriz:

GDO Nasıl Yapılır?

GDO yapmak için temelde 2 yöntem var. Daha sık kullanılan “Ti plazmid” yolu ile ve diğer, “gen bombardımanı”. Daha net anlatabilmek için bir çizime bakalım:

Resim 4: Bitkilerde GDO yapımı. [Kaynak: Mirkov (2003) / http://bch.cbd.int/cpb_art15/training/module1.shtml indirme (30.01.2012) Tercüme Hakan Ozan Erzincanlı]

1. Safha: İstenen genlerin bitki hücresine verilmesi

Ti plazmid (Agrobacterium) Metodu:

Burada özellikle patates bitki köklerinde tümör yaptığı bilinen ve bitki hücrelerine sahip olduğu Ti plazmid (tumor inducing plazmid) aracılığı ile gen aktarabilen “Agrobacterium tumefaciens” adlı bir toprak bakterisi kullanılır.

Plazmid: Bakteri sitoplazmalarında (hücre duvarı ile çekirdeği arasındaki kısım) bulunan ve kromozom gibi davranan DNA’lar. Plazmid, kendi kendini eşleyebilen, kromozomdan ayrı bir DNA parçasıdır. Tipik olarak dairesel ve çift sarmallıdır.

Bu Ti plazmide bitkiye aktarılmak istenen gen (örneğin ot ilaçlarına dayanıklılık geni. Böylece örneğin mısır bitkisi yetiştirilirken üretici, otlara ve mısır bitkilerine dilediği kadar ilaç atacak ancak GDO mısırlara bir şey olmazken otlar ölcektir), bunun yanı sıra belirli bir tip antibiyotiğe direnç geni eklenir. Bu Ti plazmid, Agrobacterium Tumaficens’ e konulur. Sonra bir besi ortamında bitki hücreleri ve Agrobacterium Tumaficens birlikte yaşatılır. Agrobacterium Tumaficens özelliği gereği bu tümör yapıcı plazmidi bu sırada bazı bitki hücrelerine aktarır.

Bundan sonrası iki metotta da aynı olmakla beraber bu aktarım bir de gen bombardımanı metodu ile yapılır.

Gen Bombardımanı (parçacık tabancası) Metodu

İçerisinde belirli bir tür antibiyatiğe dayanıklılık geni de içeren istenilen genlerin DNA kodu ile kaplanmış parçacıklar (bunlar özel enzimlerle, örneğin Bacillus thuringiensis bakterisinden, alınır. Bu gen mısır iç kurduna zehir üretme bilgisini taşıyan DNA kodudur ve bu tip GDO’ lu mısırlara bakteri adının ilk harfleri eklenerek “Bt mısır” deniyor) bitki hücrelerine bir parçacık tabancası ile püskürtülür. Yani bu DNA parçaları bitki hücrelerine bombardıman yapılır.

2. Safha: İstenen genleri DNA’ sına eklemiş hücrelerin tespiti ve ayrıştırılması

Çizimde detayı verilmemiş olmasına karşın istenen gen parçacığının eklenmiş olduğu hücreleri tespit için hücreler antibiyotik ile muamele edilir. Genlerine antibiyotiğe direnç geni de içeren genleri almış olan bitki hücreleri yaşarken, genleri değişmemiş olan bitki hücreleri ölür. Canlı kalan hücreler ayrılarak alınır.

3. Safha: Seçilmiş hücrelerin çoğaltılması

Bu aşamada çeşitli besin ve hormonlarla bitki hücreleri yapay ortamda çoğaltılır ve kallus elde edilir. Kallus, organize olmamış parankinma hücrelerinin kitlesel yapısıdır. (örneğin ağaçların yaralanan kısımlarında yarayı kapatmak için oluşan kısımlar kallustur.)

4. Safha: Kallustan köklü filizcikler elde edilmesi

Kallusa önce kök geliştirici ve ardından yaprak geliştirici bir hormon verilir. Böylece filizcikler elde edilir. Bu aşamada totipotensi ilkesi çalışır. İnternette iyi bir tanım bulamadığım için tanımını ben yapayım:

Totipotensi: Tek bir hücrenin, sahip olduğu DNA bilgisi sayesinde tam bir organizma meydana getirebilme potansiyeli.

5. Safha: Köklü filizciklerden bitki elde edilmesi

Bu aşamada köklü filizcikler büyütülür ve zamanla toprağa aktarılır. Böylece genetiği değiştirilmiş bir organizma olan bitki oluşmuştur. Artık, örneğin bir Bt mısır ise,  bu bitkiyi yemeye çalışan mısır iç kurtları ölecektir. Çünkü bu bitkiye, aslında Bacillus thuringiensis bakterisinin sahip olduğu mısır iç kurduna zehir üretme yeteneği insan tarafından bahşedilmiştir. (Ve bu yeteneğe sahip bitki artık, bu çalışmaya yatırım  yapmış olan firmanındır.)

Peki GDO’ nun Tüketene Etkisi Ne Olabilir?

Tüm bu yukarıdakileri okuduysanız artık siz de bu konuda bir uzman sayılırsınız ve şimdi açıklayacağım kısımlar umarım daha kolay anlaşılır olacaktır.

Yukarıda insan göz renginin nasıl ve hangi mekanizmalarla oluştuğunun tam olarak bilinememesi (ve uzun süre tam olarak bilinmesinin mümkün olamaması, bilinse bile “tüm mekanizmadan” emin olmanın çok zor olması) gibi;

1- Bir bitki veya hayvanın da bir kromozomunda bir bölgenin değiştirilmesi sonucunda “o organizma ne üretir ya da önceden ürettiği neyi üretmeyi keser?” sorularının cevabını yanıtlamak çok çok zordur.

2- Genetiği değiştirilmiş organizma daha önce hiç bilinmeyen ve bir ihtimal doğada hiç var olmamış yeni maddeler (proteinler) üretebilir. Bunların özellikle uzun dönemde bu canlıları yiyenlerde ne gibi etkilere yol açacağını bulmak çok çok zor ve zaman alıcıdır.

3- GDO (transgenik) gıdaların özellikle tüketenin sağlığına zararlı etkilerinin olup olmadığını anlamak için risk analizleri yapılmaktadır. Ancak iyi bir risk analizi yapabilmek için metottan ziyade gerekli en önemli bilgi, olası etkilerdir. Örneğin 20 kromozomunda 50.000 gen içeren 2,5 milyar baz taşıyan mısır DNA’ sının bu genler aracılığı ile tam olarak neler ürettiğini (insan gözü örneğinde görüldüğü gibi bazı özellikler birden çok genin birbiri ile etkileşimi ile ortaya çıkar), bu genlerin korelasyonu ile neler üretebileceğini, genlerin yeri ve yapısında yapılacak yapay bir değişikliğin ne gibi sonuçlara yol açacağını bilmek mümkün müdür? Bu bilinse bile bundan emin olmak çok ama çok zor olacaktır. Çünkü bu bahsettiğimiz 50.000 gen içeren mısır da çalışmadan çalışmaya farklı çeşitlerde olduğundan (yani farklı mısır türleri ile GDO çalışmaları yapıldığından), ortaya akıl almaz bir olasılıklar listesi çıkacaktır ve bu olasılıkları tam olarak bilmeden, yetkin bir risk değerlendirmesi yapılamaz. Çıkan sonuçlardan bilimsel açıdan, istatistiki güvenilirlik payları ile bile emin olunamaz.

Durum Bu iken Neden Israrla GDO Yapılıyor?

Bence şu sebeplerden GDO yapılıyor:

1- Yukarıda anlattığım bu teknik bilgileri elde edecek teknolojik seviyeye ulaşmak büyük masraflara sebep olur. Temel olarak bilimciler, yapılan bu çalışmaların dünyaya ve insanlığa faydalı olduğuna önceleri kendileri ikna olur (yoksa meslekleri ve kendileri işlevsiz kalacaktır) ve sonra bu çalışmalar için finans desteği sağlayacak kurumları, şirketleri sonrasında beraberce hükümetleri ikna ederler. Bilimciler çalışmalarına para bulamazlarsa bu konuda gelişme olmaz (ya da finans kaynakları bulundukça, yavaş yavaş olur), bilim hazla ilerlemez ve bu bilimcilerin bildikleri bu kadar bilgi ve emek boşa gider. Ayrıca bilimciler bu yavaş giden gelişmeleri bekleyecek kadar sabırlı değillerdir. Bulunacak bu ilginç şeyler onlar hayattayken kendileri tarafından bulunmalı ve isimleri tarihe geçmelidir.

Öğrendiğiniz bir bilgiyi kullanmamanın bedeli var. Örneğin ben biyoteknoloji yüksek lisansı yaptım. Ancak GDO’ nun zararlı olduğunu ve asla yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple bu konuda çalışıp gelir elde etmekten feragat etmeyi göze almak zorundayım. Doğruları savunmak kolay değil…

2- Bir firma bir mısıra sahip olamaz normalde. Örneğin A firması çıkıp da “xx mısırı” benimdir. Ben izin vermedikçe kimse bu mısırı ekemez, dikemez. Ancak benden satın aldıklarınızı ekip, dikebilirsiniz” diyemez. Derse saçma olur çünkü o mısır insanlığın hatta dünyanın hatta evrenin ortak mirasıdır. Ancak ilgili firma bu mısırın genlerini belirli bir yatırım yapıp da doğada asla var olamayacak şekilde değiştirirse bu mısırı sahiplenebilir. Evet genlerin 50.000′ de 1′ ini değiştirse de yeni mısır varyetesini sahiplenerek patentleyebilir ve bunun alımı-satımı ile ilgili tüm gelirlere talip olabilir.

Bu iki maddeden ötesi (GDO’ ların açlığa çare olacağı, verimi arttırdığı, daha sağlıklı gıdalar üretilmesine sebep olabileceği) firmaların ve bilimcilerin olası gelirlerini kaybetmemek için buldukları çeşitlemelerdir ve tümü kolayca çürütülebilir.

Sonsöz

GDO’ nun zararları ile ilgili soru geldiği zaman, cevabı yeteri kadar verebilmek için bu işin içeriğini de detaylı anlamak, anlatmak gerekiyor. Yoksa dinleyicilerin, uzmanlar grubu karşısında sürekli bir sorular yumağı içerisinde kafası karışıyor. Söz konusu bilgi eksikliği boşluğundan faydalanan konuşmacılar da nereden tutarlarsa istedikleri gibi konuyu anlatıyorlar.

Bu yazıda GDO yapım safhalarının sonuna kadar olan kısım (insan gözünün kalıtımı ile ilgili yaptığım kısa yorum hariç) tamamen yorumlarımı içermeyen bilimsel bilgidir. Burayı okuyarak GDO’ nun ne olduğunu, ne gibi etkileri olabileceğini kendiniz değerlendirebilir; uzmanlara soru sorarken bu bilgilerden faydalanabilirsiniz.

İnanılamaz bir karmaşa içerisinde akıl almaz bir düzen sağlayan DNA’ ya, insanların zorla ve hile ile müdahalesinin son bulması dileğimle…

Sevgiler ve saygılar Hakan Ozan Erzincanlı

http://www.tarimsal.com/makaleler/gdo_nedir_nasil_yapilir_neden_korkulur.htm

sitesinden Sevgili Ozan ardaşımızın yazısıdır.

“Genetiğiyle oynanan kültür”

05/02/2012

Bilmem haberin var mıdır Prenses ama Türkiye’de Eylül ayının sonunda “gıda ve yem amaçlı genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinin ithalatı, işlenmesi, ihracatı, kontrol ve denetimine dair yönetmelik” diye bir yönetmelik çıktı. Bu yönetmeliğin izniyle Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) artık ülkeye rahat rahat girebilecek, ithal ve ihraç edilebilecek.

Süreç şöyle gelişti: Haziran ayında -tam da ben Türkiye’deyken- bir GDO (Ulusal -güya- Biyogüvenlik) yasa tasarısının taslağı ortaya atıldı bir anda (?!). Esasında, Ocak ayının başında

Tarım Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nde tasarı ile ilgili bir bileşenler toplantısı yapılıyor ve bu toplantıya -yeterince bileşen gibi görünmediklerinden olacak- Ziraatçiler Derneği, Çiftçi-Sen, GDO’ya Hayır Platformu, Buğday gibi bizim anladığımız dilde “biyogüvenlik” üzerine çalışmaları olan sivil toplum kuruluşları yerine Cargill, Monsanto gibi ülkemizde ve tüm dünyada GDO üreten, ithal eden ağa baba şirket temsilcileri davet ediliyor. Arada neler dönüyor bürokrat-işadamı ortamlarında bilemiyoruz ama sonra Nisan ayı oluyor ve bu yasa tasarısı dillere pelesenk edilmeden hemen önce TBMM’den beş milletvekili ile bir TÜBİTAK temsilcisi, ABD Tarım Bakanlığı’nın ve dünyadaki GDO’lu tohum üretiminin %71ini elinde tutan Monsanto şirketinin sponsorluğunda ABD’ye gidiyor ve dönüşte ismini basında bulamadığım bir milletvekilimiz, Meclis’e gelmesi beklenen biyogüvenlik yasa tasarısı ile ilgili çok şey öğrendiğini, Türkiye’nin ABD’ye tarımsal ürün ihracatı için çok sağlam kaynak olduğunu, “pamuk, mısır ve yağlı tohumlarda halihazırda ABD ihracatında ikinci sırada olduğumuzu” anlatıyor. Şimdi ne alaka hakkaten deme Prenses. Adam önce diyor Biyogüvenlik Yasasıyla ilgili çok şey öğrendim, sonra anlatıyor ABD’ye ihracat, yağlı tohum, yağlı müşteri, canavar tohum… Ekonomik güvenlik konusunda bir şeyler öğrendikleri kesin de biyogüvenlik konusu pek anlaşılamamış gibi geldi sanki bana. Neyse, sonra tasarı geçti, geçmedi, iptal davası açıldı vesaire derken, bu arada sivil toplum kuruluşları uyanıp, kapılar ardında nelerin döndüğünden emin olmadıkları halde insanları bir dolaplar döndüğü konusunda uyandırmak suretiyle harekete geçiyorlar ama Ekim ayının sonlarında zırt diye yönetmelik çıkıveriyor.

Peki bu yönetmelik sayesinde başımıza ne şekil çoraplar örülebilir?

En öncelikli açmazı, ürünleri bu ürün GDO’ludur veya GDO’suzdur diye etiketleme iznini vermiyor bu yönetmelik. Şimdi, esasında epey bir zamandır zaten çaktırmadan GDOlu ürün yemekteyiz, Prenses. Marketten aldığın ürünlerin bir çoğunda genetiğiyle oynanmış soya olsun, şeker, palmiye yağı olsun -ha bir de şu Arı Domates denilen şirin mi şirin dallı domates var ya, o da öyle- her türlüsü mevcut ama üzerinde “GDO içerir” ibaresi olmadığı için memlekete girebiliyordu. Şimdi bu yazsa da girebilecek ve ayrıca burada üretilenlerin de üzerinde böyle bir şey yazmayacak. Ben en çok bu noktada takılıyorum. Hayır yönetmelik çıkartılırken halka sordun mu? Hayır. İlgili sivil toplum kuruluşlarına? Hayır. Ee şimdi zorla yedirecen de bari haberi olsun milletin, bilsin ne yiyor çoluğu çocuğu, bilsin karaciğer yetmezliği olursa niye oldu, hamileyse niye düşük yaptı…Haa bu arada hamileyse demişken… Bu yönetmelikte özellikle bebek mamalarında GDO’lu ürün kullanılmayacağı belirtilmiş. Demek fena bir şey bu… O zaman hamile veya süt vermekte olan anne de yemesin, di mi? Bebek doğar doğmaz mama yemeye başlamaz ki, anne sütü içer.

Benim canımı en çok sıkan şu ki, gurbet ellerde yaşayan herbivorous (otobur) bir homo-sapiens (insan) olarak Türkiye benim için “iyi” sebze-meyvenin olduğu yerdi hep. Şimdi GDO’lu tohumla ilgili en büyük sorun bu şeyin çok hızlı bulaşması. Yani toprak bir kere GDO’lu tohum yüzü görsün, bir daha ecüş bücüş biberleri, çatlakları olan nefis Çanakkale domatesini o toprakta bulamazsın. Yakınlardaki başka toprakta da bulamazsın, tozlaşma (bkz. orta okul fen bilgisi dersi. Ama bu tozlaşma sadece rüzgar vasıtasıyla olabiliyor çünkü börtü böcek bile GDO’lu mahsüle gitmiyor) sebebiylen. Her yediğin tornadan çıkmış gibi.

Çiftçiye edilen vaatler çok cazip: ucuz fiyata alabiliyorsun, verimli tohum, ilaç masrafı filan yok. Evet cazip ama eksik bu bilgi…. Efendim, bu tohum kısırdır. Yani bu sene ürün alırsın ama seneye alamazsın. E bu tohumlar zaten doğada bulunmadıkları, laboratuarlarda üretildikleri için, çiftçi mısır mı ekiyor, gidip her yıl çok mutemelen Monsanto firmasından tohum alması gerekecek. Tabi düşük fiyatla pazarlama amaçlı satılan tohumlar her yıl biraz daha pahalanacak. Bir yandan tohum verimli diye çiftçi toprağında olduğu gibi monokültür yapmaya başlayacak. Yani diyelim mısır…Ekti ve bu yıl offf acayip verim aldı, aldığı gibi sattı tonlarca mısırı diyelim Kelloggs firmasına mısır gevreği olsun diye. Tabi müşteri yağlı olunca seneye de bunu yapmak istiyecek ve yine aynı işlem, git Monsanto’dan tohum al, önceden 15 çeşit mevsimsel ürün hasadı yapıp götürüp pazarda sattığın arazinin yüzde yüzüne bu sefer bu genetiğinde ne olduğunu bilmediğin mısırı ek, sonra sat yine Keloggs’a. Kolay gibi görünüyor değil mi? Gelsin paralar ohhhh….Monsanto kazansın, çiftçi kazansın, Kelloggs kazansın. Yanlızzz……Tabi şöyle bir gerçek var ki GDO’lu ürün monokültürü tarımsal istihdama pek ihtiyaç duymuyor. Yani şöyle ki… Çiftçilik ya da bahçecilik, yaylacılık bilgi, ilgi, sevgi ister. Bağında, bahçende hangi sebze meyveden ne kadar var, ne kadar su ister, hasatı ne zaman olur, ne çeşit sulama gerekir veya yaylandaki büyükbaş, küçükbaş hayvanların sağlığı nasıl, süt veriyor mu, peynir ne zaman yapılır vs. gibi… Ama mesela bilmem kaç dönüm arazine göz alabildiğince mısır (veya Latin Amerika’da olduğu gibi soya) ektiğinde hiç böyle bir bilgiye, ilgiye, sevgiye ihtiyacın olmayacak. Her şey tıkır tıkır, börtü böcek, fare, hiçbişiy gelip didiklemiyor ürününü, yani zaten halihazırda süper endüstriyel yöntemlerle yapılan tarım faaliyetleri daha bir teknolojik hale gelecek, ve makineler sürecek tarlanı, bahçeni, bir müddet sonra sana da ihtiyaç kalmayınca tarlan için güzel bi fiyat biçecek bir zengin iş adamı, sen de satıp şehre göçeceksin. Sonrası da bildiğimiz Türk filmi hikayesi ancak bu sefer kendi ekip biçtiğin bir şey olmadığı için elinde, süpermarkete gidip içinde ne olduğunu bilmediğin ürünleri alan sen olacaksın ve muhtemelen için cız edecek…

Bu senaryoyu popomdan uydurmuyorum Prenses. Bunun yaşandığını Dünya defalarca gördü. Latin Amerika, Hindistan… Brezilya’daki topraksızlaşmanın hızlanması, gezegenimizin en muhteşem, biyoçeşitliliği en yüksek ormanı Amazonlar’ın tahribatını kat be kat arttıran menet bu GDO ekimi. Kaldı ki bir de biyoyakıt mevzusu pek moda şimdi. Büyük, çok uluslu firmalar yeşil-yıkama (greenwash) amacıyla daha çok biyoyakıta sardırdığı için ve de genetiği değiştirilmiş organizmaların insan sağlığı üzerindeki zararları üzerine kampanyalar yapıldığından, bu şirketler dönümlerce araziye soya, palmiye, mısır gibi ürünler ekmek suretiyle orman ve biyoçeşitlilik alanlarını, “iklime faydalı” araba yakıtı üretmek için talan ediyorlar.

Ha, ne diyordum, Brezilya’daki topraksızlaşma…. Mafyöz toprak ağaları üç (birbirine uluslararası finans kuruluşlarının da destekleriyle göbekten bağlanmış) ana sektörde çalışan çok uluslu şirketlerle elele verir, halaybaşını da tarım bakanı çeker. Mc. Donalds, Burger King gibi burger üreticilerinin talep ettiği büyükbaş hayvan üretimi, GDO (hem beslenme ve yem amaçlı, hem biyoyakıt üretimi için) ve kerestecilik. Böyle böyle zaten yüzyıllardır önce Avrupalıların istilasıyla daha sonra da feodal yapının sillesini yemek suretiyle kölelikten kurtulamamış yerli halk, 70′lerde başlayıp 90′larda hızlanan ekonomik/ekolojik tahribat taktiğini benimsemiş neo-liberal kapitalizmin kölesi konumuna düşer. Halkın elinde avucundaki topraklara toprak ağaları tarafından el konulup, devletin emri, uluslararası finans kuruluşlarının kavliyle çok uluslu şirketlerin hizmetine sunulur. Tabi nesillerdir çiftçilik yapan milyonlarca yerli, bir anda yersiz haline düşünce ver elini Sao Paulo, Rio de Janeiro gibi büyük şehirler. Ee çiftçi adam okumuş, yazmış ve çiftçilik dışında profesyonel deneyimi olmayan birisi olarak, halihazırda popülasyonu yüksek olan bir şehre gidince de tabi işte gelişmekte olan ülkelerin “büyük” sorunu olarak ortaya çıkan gettolar yani varoşlar büyüdükçe büyür, evsizlik, açlık, işsizlik ve doğal olarak paralelinde suç oranı artar.

Bu uzunca yazının kıssadan hissesi, Prenses, hiç bir şey tesadüf değil ve de durup dururken çıkmıyor yasalar, yönetmelikler. Ve maalesef çoğunluğun ve en önemlisi yasanın doğrudan etkileyeceği kişilerin fikri sorularak da çıkmıyor…. Mesela bakalım 2009′da Istanbul nasıl dünya gündeminde ilk sayfaya oturdu: Mart ayında Dünya Su Forumu için Birleşmiş Milletler delegeleri ile bilimum devlet başkanı ve büyük çok uluslu şirket yöneticisi İstanbul’da toplanıp su kaynaklarının nasıl en “yararlı” şekilde paylaşılabileceğini tartışıyor, Eylül ayında sel felaketi oluyor ve konutlandırılmış dere yataklarını sel alıyor götürüyor, bir sürü can ve mal kaybı oluyor, Ekim ayında IMF ve DB toplantısı için yine bir sürü şirket temsilcisi ve onların lobilediği bürokratlar Istanbul’da buluşup krizin daha da korkunç olacağını, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasının zorlaşacağını, işsizliğin artacağını konuşuyor, IMF ve DB yetkililerinin gitmesinin akabinde hükümetin Amerika’dan 7.8 milyarlık füze alma anlaşmasını duyuyoruz, Eylül ayının sonunda da GDO’lu ürünlerin rahatça ama sessizce girip çıkmasına izin veren bu yönetmelik patlıyor.

Hani gerçekten komplo teorilerinden filan hoşlanmam ama Prenses, aynı mekanda buluşan, çıkarları aynı aktörler ve bir sürü doğrudan etkilenen kişinin sürekli itirazlarına kulak asmayan siyasetçiler…. Yani hiç bir şey tesadüflerden ibaret değil. Umarım bu uzun mektubum içini daraltmamıştır. Sadece uzaktaki gözlemci olarak, içinde olup net göremiyorsan diye durumu netleştirmek istedim.

Hepimize afiyet olsun.

Elif

Not: Bu yazı kardeş sitemiz “prensese mektuplar” dan alınmıştır

(http://www.prensesemektuplar.com/2009/11/genetigiyle-oynanan-kultur.html)

Bir altın madeninin getireceği yıkım…

30/08/2011

Kazdağları’nın kuzey yamaçlarında, Bayramiç’in doğusu, Evciler’in
kuzeyi, Etili’nin güneyi ve Çan’ın güneybatısında yer alan Ağı Dağı ve
çevresinde 10 yıllardır sürmekte olan altın arama çalışmaları belli bir
aşamaya geldi.

Birçok kere el değiştiren bu proje, sonunda iki yıldır Kanada’da
kurulu ve Toronto Borsası’nda kayıtlı olan Alamos Gold Inc. adlı
şirketin elinde.

Şirketin kendi web sayfasında ve Toronto Borsası’na sunduğu rapor ve
bildirimlerde verdiği bilgilere göre 2013 yılında üretime geçilmeye
hazırlanılıyor.

Şirketin Türkiye dışında bir de Meksika’da altın işletmesi var. Kendi
ülkesinde faaliyet göstermiyor ama, ülkemizde Ağı Dağı dışında yine bu
yörede Kirazlı’da da geliştirmekte olduğu sahalar var.

Şimdi ÇED süreci başlatılmış olan Ağı Dağı ruhsatlarında birçok yatak
bulunmuş. Şimdilik masaya getirilen yalnızca Babadağ ve Delidağ
yatakları. Burada ayrıca, en ileri gideni Çamyurt olmak üzere Tavşan,
Ayıtepe, Ihlamur ve Yangın Kulesi sahalarının araştırmaları da sürüyor
ve zaman içinde bunların da hepsi ya da çoğu işletme konusu olacak ve
yavaş yavaş bugünkü dosyaya eklenecek.

Şimdilik bize küçük bir proje gösterilip bunun yıkımlarına alıştırılmaya, kanıksatılmaya çalışılıyoruz.

Babadağı ve Delidağı yataklarında birer açık maden ocağı açılacak;
bunlardan çıkarılan cevher kırılıp Babadağı Ocağı yakınındaki işleme
tesisine taşınacak, burada ufalanıp yakındaki yığın liçi alanına serilip
siyanürlü sularla yıkanacak, bu sular başka kimyasallar, aktif kömürle
işlenip ham altın çıkartılacak ve Avrupa’daki rafinerilere götürülecek,
orada temizlenip borsalarda satılacak. Bu iş en çok sekiz yıl sürecek .
Buradan giden altın, gümüş ve başka bazı nadir (ve çok değerli)
metallerin tamamı 40 tonu bulmayacak.

Geride, içinde cevher var diye 68,5 hektar (yaklaşık 700 dönüm, 0,7 km2)
yer kaplayacak olan iki büyük ocaktan kazılıp çıkarılan, ufalanıp
işleme tesisine taşınan, orada öğütülüp siyanürlü sularla yıkanan ve 91
hektar (910 dönüm, 1 km2’ye yakın) yere yayılıp 100 m
yüksekliğe varacak kadar biriktirilen bir liç (sızdırarak yıkama) yığını
kalacak. Bu amaçla 67 milyon ton kaya işlenecek ve yalnızca 40 ton katı
madde yurtdışına gidecek, katılan kimyasallarla birlikte yer altından
çıkarılandan fazlası, kirletilmiş olarak Söğütalan köyünün yukarısında
bize bırakılacak.

Doğaya ve yaşam alanımıza olan müdahale bununla sınırlı kalmayacak. O, “içinde altın var” diye kazılıp çıkarılacak 67 milyon ton kayaya erişebilmek için, bir 58,5 milyon ton kaya daha kazılacak ama “bunlar ekonomik değil” diye ocakların yakınına, ekonomik olmayan kaya (EOK) depolama alanlarına, eski deyişle “pasa yığınları”na biriktirilecek ve orada bırakılacak.

Yani, Toronto Borsası’nda Alamos Gold paylarına para yatıranlar, 350
dolara mal edilip bugünlerde 1800 dolara satılacak olan altından edilen
kârdan para kazansın diye, Ağı Dağı’nda şimdilik 125 milyon ton kaya
kazılacak; yarısı parçalanıp havanın oksijeni, yağmurun suyuyla çevreye
asitli ve kanser yapıcı ağır metallerle yüklü sular (AKD) salacak
şekilde hemen orada depolanıp bırakılacak. Yarısı Söğütalan’ın
tepelerine taşınıp öğütülüp siyanür ve başka kimyasallarla kirletilmiş
bir durumda 90 hektar alanda 100 m yükseklikte bir yığın halinde
bırakılacak, sonsuza kadar çevreye kirlilik yayacak. İşletme sırasında
kullanılacak olan siyanürün yarıya yakını daha o dönemde gazlaşıp
çevreye yayılacak, yayılan hidrojensiyanür (HCN) yavaş yavaş azot
gazlarına, o da nitrikasite dönüşecek ve çevredeki kayalarda durgun
bekleyen arseniği çözüp sulara, tozlara salacak.

EOK depolama sahalarından sızan sular asitli, ağır metallerle yüklü
(AKD) olacak, yakın köylerden başlayıp bütün Kocaçay ve Menderes akarsu
havzalarına, bu arada Çanakkale çiftçisinin can damarı olan sulama
barajlarına kirlilik taşıyacak; işletme sırasında Ağı Dağı’nın bütün
ağaçları, 1744 hektar alandaki bütün ağaçlar kesilecek ve kim ne derse
desin bir daha orada ağaç yetişemeyecek. İşletmeden çevreye yayılan
tozlardan da kalan ağaçlar ve yakın köylerin tarımsal ürünleri zarar
görecek. Ağı Dağı merkez olmak üzere geniş bir alanın yaban yaşamı göçe
zorlanacak, yöreden her eksilen canlı türünün öteki hayvansal ve
bitkisel yaşama olan katkıları eksildikçe kalanlar da ya yozlaşacak ya
da göçecek.

Uşak Eşme’de olduğu gibi ilk kaçanlar arılar olacak, yaban ve meyve
ağaçlarının döllenmesi aksayacak; daha sondajlar başladığında kirlenip
kullanılamaz olan çevre köylerinin içme suyu kaynakları artık ölüm
saçacak. Çevre köylerinin sulama suyu kaynaklarına Alamos Gold ortak
olacak, şimdilik söylemeseler de yılda en az 3 milyon ton su
tüketecekler ve bu su yöre çiftçisinin kullandığı sudan eksilecek…

Alamos Gold ve onun güzellemecisi Golder Associates’in sözüne
bakarsanız ya bunu yapacaksınız ya da çok büyük getirilerden,
kazançlardan olacaksınız. Onların söyleminde, “bu işletme açılmazsa biz 1 milyar 715 milyon dolar kârımızdan oluruz” denmiyor. Bunun yerine, “Türkiye dışarıdan yılda şu kadar altın alıyor, bu işletme bunun bir bölümünü sağlar”
diyorlar. Üstelik ülkemiz yılda 200 ton altın dışalımı yaparken, onlar
kendi üreteceği metal, dışalımın daha büyük payı olarak görünsün diye
dünya ekonomik bunalımı döneminde yılda 50 tona düşen dışalım anılıyor.
Alamos Gold’un sekiz yılda üreteceği altının toplamı bizim 2,5 aylık
altın dışalımımız. Yani, yılda dışarıdan aldığımız altının yalnızca
40′ta biri, yılda yalnızca 9 günlük dışalımımız kadar altın üretecekler
ve buna tamah etmemizi istiyorlar.

Çalıştıracakları 350 kişi 10 yıl sonra kanserlerle boğuşacak

Üstelik,  bizim toprağımızın altından çıkarılacak altın yurtdışına götürülüp yine
bizim kuyumcularımıza dünya altın borsası fiyatlarından satılmayacak
mı? Satılacak. Burada rafine edilse bile bizim kuyumcularımız altının
onsunu maliyet fiyatı olan 350 dolardan değil, bugünkü gibi borsa fiyatı
olan 1800 dolardan almayacak mı? Alacak. Çıkarıp satan, kazancını
burada mı harcayacak, burada yeni yatırımlar mı yapacak? Hayır.
Devletimize çok mu vergi verecek? Hayır. Burada kurulu olan Kuzey Biga
Madencilik AŞ ham altını ana şirketi olan Alamos Gold Inc’e elbette
düşük fiyattan satacak ve ya zarar gösterecek ya da çok az kâr gösterip
çok az vergi verecek. Asıl vergiyi, Kanada Hükümeti toplayıp bize dua
edecek.

Bu ülkeye yalnızca, derinlikleri 100 m’yi geçen ve 700 dönüm yeri
kaplayan iki çukur, yüksekliği 100 m’ye ve kapladığı yer 900 dönüme
ulaşacak olan siyanürlü atık yığınları, ormanları kesilmiş bir dağ,
bunun yamaçlarında iki yerde çevreye asitli ve ağır metalli sular
salacak olan toplam 800 dönüm yer kaplayacak olan EOK atık yığınları
kalacak.

Bize bir faydası da sekiz yılda en çok 350 kişiyi çalıştıracak
olmaları imiş. Bir de ihtiyaçlarını yöredeki marketlerden
karşılayacaklarmış. Şimdi çalıştıracakları 350 genç ve güçlü insanın
10-15 yıl sonra hangi kanserlerle boğuşacak olacağı ve bakımları için ne
kadar para harcanacağı, daha önemlisi onların ve yakınlarının ne acılar
çekeceği ve o düşkünlükleriyle nasıl geçineceklerinden söz etmiyorlar.

Bu işletmenin ÇED süreci yeni başlatıldı

Şimdilik yalnızca Temmuz ayında hazırlanıp Bakanlığa verilen “ÇED
Başvuru Dosyası” var bilgi olarak. Son derece üstünkörü hazırlanmış.
Kapağı bile 1,5 yıl önce uluslar arası uzmanların Alamos Gold bu sahayı
alırken ona bilgi sağlamak için hazırladıkları raporun kapağıyla aynı.

Henüz hiçbir araştırma bilgisi vermiyorlar (biraz yörede yaşayan
bitki ve hayvanlarla ilgili genel bilgiler var). Yapılmış ve yapılacak
çalışmaların sonuçlarını hazırlanacak ÇED Raporu’nda vereceklermiş.

Çevreye verilecek zararlar, su tüketimi, yayılacak zararlı toz, gaz
ve suların nerelere yayılıp nerelere ne kadar erişeceği, asitli su
oluşumunu nasıl önleyebilecekleri, yamaçlarda oluşturacakları zehirli
yığınların kayıp kaymayacağı, heyelanlanıp heyelanlanmayacağı,
yeraltısularını kirlenmeden nasıl koruyacakları, depreme karşı ne önlem
alacakları, Ağı Dağı’nı nasıl eski durumuna getirecekleri, kazıp
eleyecekleri kayalarda altın ve gümüşten başka nelerin bulunduğu,
atıklarda nelerin olacağı, market sahiplerinin dışındaki yöre halkının
eline ne kalacağı, ne kadar siyanür kullanacakları, yöredeki barajlara
ne gideceği, daha bir dizi sorunun yanıtı henüz yok.

Bakanlık’tan gizlediklerini halka mı anlatacaklar?

Pekiyi, Salı günü Söğütalan Köyü’nde ne anlatacaklar? Henüz
kendilerinin bile bilmediklerini ya da Başvuru Dosyası’na yazmayıp
Bakanlık’tan bile gizlediklerini ilk kez halka mı anlatacaklar.

Bu Dosya’da olan bilgiler daha şimdiden kadük oldu. Yukarıda
alıntılanıp teşhir edilen sayılar hep değişti. Çünkü Şirket, değerleri
düşen hisse senetlerini yeniden değerlendirebilmek ve bunlara zaten
yatırım yapmış olan kendi müşterileri paylarını satmasın diye daha geçen
hafta, 16 Eylül günü borsaya gönderdiği bilgi ile rezerv değerlerini
arttırdı bile. Dosyada, bu değerleri değiştirdi. Kesin ve muhtemel
rezervini biraz azalttı ama buna tahmini bir rezerv ekleyip toplamı 1
milyon 373 bin 764 ons’tan 1 milyon 682 bin 649 ons altına yükseltti.
Yarın ne olur, bilinmez.

Ama, öngörülen kazı miktarlarının, kimyasallarla işlenecek
malzemenin, kullanılacak siyanürün, suların, enerjinin ve başka
kimyasalların miktarlarının artacağı kesin.

Üstelik bunlar yalnızca Ağı Dağı’ndaki Baba ve Deli Dağ Ocaklarıyla
ilgili. Ağı Dağı’ndaki Ihlamur, Ayıtepe, Tavşan, Yangın Kulesi ve hele
hele Çamyurt yatakları da işletmeye girince bugün söylenenlerle
kıyaslanamaz bir yıkım geliyor ama durun hepsi bu da değil. Şirket daha
kendisinin ya da başkalarının Çan’ın kuzeyindeki Doğancılar, Etili’nin
doğusundaki Tepeköy, Ağı Dağı ile Çanakkale arasında Kirazlı sahasındaki
bir dizi, Ağı Dağı ile Kirazlı arasındaki Pirentepe ve Halilağa,
Kirazlı ile Çanakkale arasındaki Bodurlar ve Dededağı, Ezine’nin
kuzeyindeki Akbaba, Kartaldağ, TV Kulesi ile Karıncalı yataklarını da
hedef gösteriyor. Kazdağları’nın, Biga Yarımadası’nın, Çanakkale’nin
havasıyla, suyuyla, toprağı ile, tarımıyla, insan sağlığıyla, toplumsal
huzuruyla ilgili fermanı hazır. Bunun ilk belgesi, ama hiçbir şey
söylemeyip, “sonra söyleriz” diyen belgesi şimdi Bakanlık’ta ve Salı günü Söğütalan halkına bunun masalını anlatacaklar.

Herhalde bir de, böbürlene böbürlene, kendilerine hizmet eden bilim insanlarımızı anacaklar. ÇED Dosyasında yaptıkları gibi: :

ODTÜ Jeoloji Mühendisliği’nden    Prof. Dr. Vedat Toprak

Doç. Dr. Mehmet Lütfi Sözen

Doç. Dr. Bora Rojay

Prof. Dr. Hasan Yazıcıgil

Prof. Dr. Zeki Çamur

İYTE İnşaat Mühendisliği’nden       Doç. Dr. Alper Baba

ÇOMÜ Biyoloji’den                               Prof. Dr. Varol Tok

Prof. Dr. Ahmet Gönüz

Gazi Üni. Fen Fak. Biyoloji’den      Prof. Dr. Hayri Duman

Prof. Dr. Zeki Aytaç

Prof Dr. Abdullah Hasbenli

Hacettepe Üniv. Fen Fak. Biyoloji’den        Doç. Dr. Zafer Ayaş

O bilim insanlarımız, hiç zahmet edip bu projeye vermiş olduğu hizmetleri “bilimsel araştırma diye savunmasın. Hiç zahmet edip, “Söylediklerimiz bilimsel ve teknik gerçeklerin ötesine geçmiyor, biz projenin bütünü için bir tavır almadık” demesinler.

Alamos Gold ve Golder Associates’e omuz vermişler ve şimdi adlarının arkasına sığınılıyor.

Hocalar gelip Söğütalan, Bayramiç, Çan, Etili, Evciler, Çanakkale,
Kazdağı halkına anlatsınlar verdikleri hizmet bu yöre halkına ve
doğasına mı, kendilerine mi, yoksa Alamos Gold’un hisse senedi
sahiplerine mi yarayacak? Ne yazık ki, yalnızca sonunculara yarayacak.

Anlatsınlar, üniversite öğretim üyelerinin yasal gelirleri
geçinmelerine yetmeyecek denli az. Üniversiteler piyasanın, sermayenin,
küresel kapitalizmin vereceklerine muhtaç. Onlar olmasa laboratuvarları
kapanır, hiçbir araştırma yapamazlar. Söylesinler, Üniversiteler yeniden
kamu kurumu olmadan, devlet desteği almadan yaşama dönemez, bağımsız
bilimsel araştırma yapılamaz, gerçekler araştırılıp, gerçekler
söylenemez.

Onlara bu yakışır

Bu ölümlü dünyada, bu kadarcık yürekli olunamazsa, bizlerden geriye ne kalacak?

Alamos Gold ve Golder Associates elemanlarının anlatmayacaklarını da
Balıkesir Balya’da, Uşak Eşme’de, İzmir Bergama’da, Kütahya
Gümüşköy’’de, Artvin Borçka’da, Erzincan Ilıç’ta yaşayan ve çok şey
gören halk anlatabilir. Hele hele dünyanın değişik yörelerinde yaşayan,
bir gün dünyanın başka bir yerlerinden gelen para babaları, iş
makineleri ve kimyasallarla yaşamları alt üst olanların başlarına
gelenler ne dersler taşıyor. Böylesi işletmelerden sinsi sinsi yayılan
yıkım ve ölüm bir yana, kazalarla aniden ortaya çıkan yıkımlar bile
olacakları bugünden bize gösteriyor. İspanya Sevilla’daki Los Fraies,
Romanya’daki Baia Mare, Kırgızistan’daki Kumtor, Macaristan’daki,
Bolivya’daki, Gana’daki, Tanzanya’daki, Şili’deki, Peru’daki, ABD’nin
ortasındaki sayısız atık barajı ya da siyanür kazaları, artık Ağı
Dağı’nın geleceğinde. Bunların hiçbirinde, buradaki liç alanlarının
Söğütalan Köyü’nün tepesinde durduğu gibi tipik bir canavar yoktu.

Bir “cinayete teşebbüs” ile karşı karşıyayız.

Hem de “seri cinayet

TAHİR ÖNGÜR

Jeoloji Yüksek  Mühendisi

Kaybolan arıların sırrı

03/04/2011

(Nisan 2011)

Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde arılar
kitle halinde kayboluyor. Bir sabah içi bal dolu kovanlardan çıkıyorlar ve bir
daha geri dönmüyorlar. Arkalarında neden geri dönmemiş olabileceklerine dair
hiçbir ipucu bırakmıyorlar. Ne ölüleri bulunuyor ne de başka bir yere göç
ettiklerine dair emare…

Bu endişe verici bir gelişmedir çünkü arılar doğadaki en önemli görevlerden
birini yapıyorlar. Bu görev döllendirmedir.

Bir kovanın arıları günde yüz bin çiçek döllendirir. Çiçekten çiçeğe dolaşırken
erkek polenlerle dişi polenleri buluşturur. Bu buluşmadan tohum, meyve meydana
gelir.

Nasıl erkek olmadan kadın hamile kalamazsa, arı olmadan da birçok bitki
çoğalamaz. Meyve, sebze, yenilebilir otlar, çiçekler ve fındık ceviz gibi sert
kabuklu yemişlerin yüzde sekseni arılar tarafından döllenir.

“Yediğimiz üç sokumdan birini arılara borçluyuz” diyor bir uzman.

Albert Einstein’in birçok konuda olduğu gibi bu konuda da klasikleşmiş bir lafı
var: “Eğer arı yeryüzünden kaybolursa en fazla dört yıl sonra insan da
kaybolur. Arı yoksa döllenme yoktur, döllenme yoksa insan yoktur.”

Arıların neden kaybolduğunu öğrenmek için Amerika Birleşik Devletleri’ne gideceğiz.
Arılar 2007’de birdenbire burada kaybolmaya başladı. Bazı yerlerde yüzlerce
kovan birdenbire boşalıyordu. Pennsylvania eyaletinde arılar bir günde bir
arıcının üç bin kovanını birden terk etti.

Amerikalı arıcılar ortalığı velveleye verince diğer ülkelerdeki arıcılardan da
ses gelmeye başladı. Fransa’dan Japonya’ya, Türkiye’den İngiltere’ye sayısız ülkede benzer kayıplar
olduğu ortaya çıktı.

Bilim adamları bu esrarengiz yok oluşa Koloni Çöküş Sendromu adı verdiler. (Bir
kovan grubunun meydana getirdiği arılara koloni denir.) Birçok suçlu incelendi:
Parazitler, bakteriler, genetiği ile oynanmış bitkiler, arıların yön bulma
organlarını etkilemesi mümkün cep telefonları, sırayla sanık sandalyesine
oturtuldu. Ama suçlu bunların arasında değildi.

Diğer bütün olası nedenler elendikten sonra gözler yavaş yavaş Amerika’nın
tarımdan çok endüstriye benzeyen, mono-culture denilen, tek ürün ağırlıklı üretim tarzına çevrildi.

Çünkü organik tarım yapan yerlerde, doğal haline
bırakılmış arılarda bir sorun yoktu. Kayıplar “gezgin” diye tarif edilen, her
yıl döllenme görevi yapmak üzere tek ürün üretim bölgelerine taşınan arılarda
yaşanıyordu.

ABD’de mono-culture küçük ülke büyüklüğünde
alanları tek bitkiye, örneğin badem veya kiraza, tahsis etmek demektir.
Buralarda başka bitkilerin yaşamasına izin verilmez onun için buralarda yılda
sadece birkaç hafta dışında çiçek yoktur. Çiçek olmadığı için de arı yoktur.

Her yıl ilkbahara doğru, TIR’lara yüklü kovanlarda milyarlarca arı, ABD’nin birçok
eyaletinden tek ürün bölgelerine taşınır.

Florida arıcıları şubat ayının sonundan başlayarak arılarını yükleyip Kaliforniya’nın dev badem ve narenciye plantasyonlarına götürürler. Dört
bin kilometreden uzun olan yolu kat etmek bir hafta kadar sürer.

Mart ortalarında arılar Florida’ya geri getirilir. Mayısta Kanada hududundaki kiraz plantasyonları için
yeniden yola çıkılır.

ABD’deki arıcılar gelirlerinin yüzde yetmişini baldan değil arılarını bu
şekilde çalıştırmaktan kazanıyor. Amerika’nın yeni köleleri arılardır.

İşte bu çalışmadan döndükten sonradır ki arılar ortadan kayboluyor.

“Kaliforniya’ya götürdüğüm arılar geri geldikten birkaç hafta sonra kaybolmaya
başlıyor” diye konuştu bir arıcı. “Florida’da bıraktıklarımda hiçbir şey yok.”

Ama neden?

Yıllık ortalama 1,7 milyon ton civarındaki dünya badem
ürününün yüzde sekseni ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki
dev çiftliklerden alınır.

İki buçuk milyon dönümlük bir alanı kapsayan bu çiftliklerde
arı yaşamaz. Çünkü buralarda ağaçlar birkaç hafta çiçek açar. Başka bitkilerin
yaşamasına izin verilmediği için bu kısa dönem dışında çiçek yoktur.

Arılar çiçeklerden beslenir. Onun için bademliklerde
barınmaları mümkün değil. Bu nedenle ilkbaharda oralara başka yerlerden arı
getirilmesi lazım ki çiçekleri döllenebilsin ve ağaçlar badem versin.

Şubat ayının sonlarına doğru badem çiçeklerini döllendirmek
üzere arılar TIR’larla Kaliforniya’ya taşınır. ABD’de iki küsur milyon arı kovanı var.
Bunların yarısı bu hicrete katılır. Çiçek mevsiminden sonra arılar binlerce
kilometre yol kat edip üslerine geri götürülür.

Badem gibi mono-culture yani tek ürün tarımı uygulanan her yerde durum aynıdır.

Tek ürün bölgelerinin bir başka özelliği daha var. Plantasyonlarda hastalık orman yangını
gibi çabuk yayıldığı için büyük miktarda sinek ve böcek öldürücü kimyasal
kullanılır. Ağaçlar havadan ve yerden sürekli kimyasallarla yıkanır.

Bitkisel kimyasalların atası Almanlar tarafından keşfedilen ve Birinci Dünya
Savaşı’nda kullanılan kimyasal silahlardır. Savaştan sonra kimyasal silah
üreticileri fabrikalarını kapatmak için ürünlerine sivil alanda kullanım sahası
aradılar. Tarımı buldular. İnsanları öldürmek için icat edilen formüller sinek
ve böcek öldürmek amacıyla tarımın hizmetine sunuldu.

Piyasaya yeni ilaçlar sürüldü

İnsanları saymazsak, bundan en çok ilaçlanmış, yani zehirlenmiş bitkilerden bal
ve polen
toplayan arılar etkilendi. İlaçlanmış çiçeklere konan arılar şaşkın ve zihni
bulanık sarhoşlar gibi yalpalamaya başlıyorlardı. Sürekli üstlerini temizlemeye
çalışıyorlar, sonra düşüyor, bir daha kalkamıyorlardı.

Şikâyet üzerine kimya şirketleri 2003’te piyasaya yeni tarımsal ilaçlar sürdü.
Bunlar sadece belli böcekleri öldürecek ama arılara zarar vermeyeceklerdi.
Gerçekten arılar ilaçlı çiçeklere temas ettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi
yaşamlarına devam ettiler.

Ama üslerine geri döndükten sonra kovanları terk etmeye ve dönmemek üzere
ortadan kaybolmaya başladılar. Bilim insanları hem arılarda hem de kovanlarda
yüksek miktarlarda “zararlılara” karşı kullanılan kimyasal buldu. Bir Amerikan
üniversitesi yirmiden fazla değişik kimyasal tespit etti. Ve şu ortaya çıktı:

Yeni böcek ilaçları arıları hemen öldürmüyor, sinir sistemlerini yavaş yavaş
tahrip ediyordu. Hafıza kaybına neden oluyorlar ve arının yön bulma yeteneğini
yok ediyorlardı. Arılar kovanlarına dönemiyorlar çünkü yolu bulamıyorlar veya
hatırlamıyorlardı.

Kimyasal kullanılan yerlere götürülen koloniler çöküyordu. Yerinde, normal
koşullarda bırakılanlara ise hiçbir şey olmuyordu. Çözüm basit gibi görünüyor
ama değil. ABD’de çıkar lobilerinin büyük siyasi gücü vardır ve kimya
şirketleri çok güçlüdür. Önlem alınmasını önlüyorlar. Arılar ölüyor,
kimyasallar ise serbestçe ve bol bol satılmaya devam ediyor.

Arı darlığı başlayınca Avustralya’dan
Kaliforniya’ya jumbo jetlerle kovan taşınmaya başlandı. Bilim adamları da kendi
kendine döllenen bir badem cinsini mükemmelleştirmeye çalışıyor.

İtalya, Fransa ve Slovenya’da ise
bazı kimyasallar yasaklandı. Bizde yasaklanmadığını söylememe bilmem gerek var
mı? Demek ki arıların neden ortadan kaybolduğu sır değil. Sır olan paragöz
insanın nasıl bu kadar aptal olabileceğidir. Ama belki bu da sır değil.

Einstein kâinatta sonsuz olan tek şeyin insan aptallığı olduğunu söylememiş
miydi?

Metin Münir, mmunir@milliyet.com.tr

Şeker, Cargill – Ülker..

01/03/2011

 

Şeker zehirdir!

ABD (Amerika Birleşik Devletleri)’nin en büyük tarım tekellerinden biri olan Cargill, geçtiğimiz günlerde Habertürk aracılığıyla gündemimize tekrar oturdu.
ABD (Amerika Birleşik Devletleri)’nin en büyük tarım tekellerinden biri olan Cargill, geçtiğimiz günlerde Habertürk aracılığıyla gündemimize tekrar oturdu. Bu yayınıyla Habertürk’e teşekkürler. Tabii bu teşekkür yapmaya çalıştığı şeyden bağımsız kuru bir teşekkür. Hangi ihtiyaçtan bunu gündeme getirdiğini Bakan Eker kendine göre açıkladı. Yapılan haberlerin yalan olduğunu, haberlerin asıl nedeninin Rant ve reklam pastasında ki kavga olduğunu vurguladı. Bu yanıyla bakanın söylediği doğru olabilir, fakat Habertürk’ün yaptığı haberin yalan değil, aksine eksik olduğunu bizler bilmekteyiz. Cargill hakkında aleyhine alınmış onlarca hukuksal karar olmasına karşın zorla ve takiye kanunlarla AKP hükümetince yasal hale getirildiğini unutmadık.
CARGİLL – ÜLKER BAĞLANTISI
2002 yılında Cargill ile Ülker gurubunun ortaklık kurmuş olmaları ve aynı yıl AKP’nin iktidar olmasının bu sürece etkisini de sorgulamamız gerekiyor. Dönemin ABD başkanı Bush tarafından, 2004 yılında Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında ricada bulunarak, Cargill’in önündeki yasal engellerin kaldırılması istemiş. Bu talep doğrultusunda birçok girişimde bulunan Başbakan yine de 2 yıl boyunca sorunu, oluşan tepkilerden dolayı çözememişti. 2006 yılında 2. ABD gezisi sırasında Cargill yöneticileri ile bir araya gelen Başbakan, görüşmeler sonucunda çok kararlı tarzla bakanlarına emir vererek sorunun derhal çözülmesini istemiştir. 2006 yılında çıkarılan özel bir af yasası kapsamında Cargill’in önündeki hukuki engeller kaldırılmıştır. Bununla da yetinilmemiş, Şeker piyasası üst kuruluna Cargill şirketi de alınmıştır. Bu kurul doğal ya da yapay şeker üretim kotalarını yurtiçi talebine göre belirleyen, bu kotaları iptal edip idari para cezası uygulayan, şeker ticaretinin arz-talep dengesi, iç fiyatlar ve spekülatif hareketler doğrultusunda düzenlenmesini öneren bir yapıya sahip. Şeker piyasası üst kurulu aşağıdaki kuruluşlardan oluşmaktadır.
T.Şeker Fabrikaları, Pankobirlik, Pancar ekicileri Koop.Birliği, Cargill Tarım ve Gıda AŞ, San.Tic. Bakanlığı, Tarım Köy İşleri Bakanlığı ve Devlet bakanlığı. Sizce bu kadar kamu kuruluşu içinde Cargill’in işi ne olabilir?
Günümüzde Neoliberal politikalar gereği artık devletleri şirketlerin yönettiğine dair çok güzel bir örnek. Günümüzde burjuva partilerinin milletvekilleri ve hükümetleri tamamen şirket temsilcilerinden ya da işbirlikçilerinden oluşuyor. Kamu, şirketlerin elinde olunca birçok örnekte olduğu gibi, şeker kotasının da dün yüzde10 a, bugün yüzde15 e, yarın yüzde 50 ye çıkması gayet anlaşılır bir şey.
HALK SAĞLIĞI TEHLİKEDE
AKP Hükümetinin 2009 yılında mısır için belirlediği fiyat 45 Krş/Kg’dı. 2010 yılında ise 37 Krş/Kg fiyat belirledi. Burada yapılmak istenen ise, mısır ve mısır ürünlerinin ithalatını artırmaya yönelik bir politika uygulanıyor olması. 2010 yılının ilk altı ayında 450 bin ton mısır ithal edilmiş. İthal edilen diğer ürün ise mısır küspesi ve mısır grizi. 2008 yılı ithalat miktarı ise 1 milyon ton ve ABD’den ithal edilmiş. Bu ithalatları kimler yaptı diye baktığımız da, ilk göze çarpan Cargill firması tabii ki. Cargill mısır küspesi ve grizini kullanmadığı halde ithal ediyor olması, yem piyasasının ihtiyacını da ABD’den çözmek ve ülkemizde ekilen mısır sahalarının hızla azalmasını sağlamak ve ithalat yoluyla bölgede tek hakim olmak istemesi. Ortadoğu da bulunan ülkeler şeker ihtiyaçlarının yüzde 65 ini Türkiye’den sağlamaktalar. ABD’de ekilen mısırın neredeyse tamamı GDO’lu mısır. Cargill fabrikasında işlenen mısırda ithal olarak getirdiği GDO’lu mısırlar. Bize ve Ortadoğu halklarına buradan GDO’lu ve NBŞ (nişasta bazlı şeker) sayesinde, hayvanlara verilen yemler nedeniyle de kanser ve birçok hastalıkla boğuşmak kalıyor. ABD ve AB ülkelerinde kullanılan şekerin içindeki NBŞ oranı yüzde 2 iken Cargill’in isteği ile yüzde 15 e çıkarılması üzerinde dikkatlice durmamız gereken bir durum.
Çikolata, baklava, meşrubat ve benzeri imalatlarda tespit edilen yüzde 15 oranını kontrol eden bir mekanizmanın varlığından da kuşkuluyuz, üretimin tamamını NBŞ olan mısır şurubunun kullanıldığı aldığımız duyumlar içinde. Tarım Bakanlığı bu konuda açıklama yapmak zorundadır. Halk sağlığı nedeniyle de NBŞ oranı kabul edilebilir oran olan yüzde 2 seviyesine çekmelidir.
ÇİFTÇİ TEKELLERE MAHKUM EDİLİYOR
Hükümetin 2010 yılında belirlediği 37 krş/kg mısır fiyatı ve diğer tarım ürünleri üzerindeki fiyat politikalarının ardındaki gerçek, çiftçiyi yıldırmak, bankalara borçlandırarak topraklarını tekeller elinde toplanmasını sağlayıp, şehirlere göç etmek zorunda kalan çiftçileri de ucuz iş gücü olarak yedeklemektir. Pancar ekim sahalarının daraltılmasını sağlayan, fındık ekim alanlarını sınırlayan düzenlemeler ve uyguladığı fiyat politikaları ile ülkemiz tarımının tekeller eline geçmesi amaçlanmaktadır. Artık geçimlik tarım dahi yapılamaz hale geldi.
GDO’lu ve hibrit (kısır) tohumlarla ekim yapmaya çalışan çiftçiler tohum tekellerinin kıskacı altında inletilmekte. Geçmişte, yıl içinde yapılan hasatın bir kısmı tohumluk olarak ayrılırdı, artık bu süreç neredeyse tamamıyla bitmiş durumda. Çıkarılmış olan Tohum Yasası sayesinde tohum ve tarım tekelleri için cennet yaratanlar emekçi halkımıza açlığı reva görmekte. Yerel tohumlarımız ise tohum tekelleri tarafından patentlenerek elimizden alınmakta.
Cargill’in kuruluş sürecinde Bursa’da bulunan tüm kuruluşlar hatta valilik bile bu yatırıma karşı çıkmıştı. Firmaya İznik’te yatırım yapamazsınız size başka yer gösterelim önerilerini kabul etmeyen firma İznik üzerinde ısrar etmiştir.
NEDEN İZNİK
İznik bölgesi gölüyle tanınan ve su bakımından zengin olan bir bölge. Sakın göl suyunu kullandıklarını sanmayın. Göl suyunu kullanmaları onlar için artı bir maliyet oluşturuyor bu nedenle dertleri bu değil, İznik gölü ilerisi için stratejik olması bakımından önemli.
Üretim için 1.sınıf suya ihtiyaçları var, bu ihtiyacı karşılayabilecekleri bir kaynak bulmuş olmaları yatırım nedenlerinin başında geliyor.
Fabrikanın çok yakınından geçen yer altı deresini tespit etmişler ve buraya yaptıkları sondaj ile günlük 10-12 bin ton suyu buradan çekiyorlar. Bedava 1. sınıf su ne güzel hayat değil mi?
Yalnız su değil tabii, Gemlik Limanının çok yakın olması, serbest bölgenin de burada olması ve İstanbul Bursa karayolunun üstünde olması firmaya dayanılmaz çekici gelen kareyi tamamlayan diğer hususlar. Fabrika çevresinde bulunan köylerde yazlar dahil, yıl boyu sokak çeşmelerinden akan su artık maalesef akmamakta. Yer altından sulama amacıyla 1-2 metreden çıkan su artık 150-200 metrelere inmiş durumda. Bulunduğu bölgeye onarılmaz zararlar veren firma aynı zamanda tarımımıza da verdiği zararlarla gündemimizde olmaya devam edecek.
YUSUF GÜRSUCU, 16/02/2011

Editörün notu: Gıda konusunda bir yazıyı daha paylaşmak isteriz:

https://patikayolculari.wordpress.com/2009/10/22/beslenmenin-demokratiklestirilmesi/

Kansere Sebep Olan Beslenme Alışkanlıklarımız

02/02/2011
5 MART 2011’de Kansere Umut Vakfı’nın İstanbul Sultangazi’de “KANSERE SEBEP OLAN BESLENME ALIŞKANLIKLARIMIZ” konusunda düzenlediği toplantıda Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL’UN konuşması.
Bu gün birinci kısım “YAĞ” ve “ŞEKER”,
.
İkinci kısım “KARACİĞER YAĞLANMASI”, “KOLESTEROL” ve “SU” konularını da bir kaç güne kadar hazırlayacağım.n.p.
…..Eğer hayvan merada %100 yeşillikle besleniyorsa, asla başka yabancı gıda almıyorsa, o tereyağı dünyanın en iyi yağıdır. Zeytinyağından da iyidir. Ama marketten satın aldığınız tereyağı ahırda beslenen, pancar küspesi, mısır silajı veya başka tahıllarla beslenen hayvanların yağıdır……
.
Doktorlar neredeydi? 100 yıl içinde kalp hastalığına bağlı ölümler 7 binden 700 bine çıkarken? Sustular, uyudular..! 100 kat artıyor kalp hastalığına bağlı ölümler. 100 kat artıyor kansere bağlı ölümler, 100 kat artıyor. Ama doktorun da suçu yok. Eğitimi yok. Niye? Çünkü eğitim modeli Amerika’dan alınmış. Amerika da hasta olmamızı istiyor. İlaç satsın, tıbbi malzeme satsın istiyor. O yüzden siz akıllı olmak zorundasınız. Sizin sağlığınızı korumak için ne yediğinize bakmanız lazım. İşte temel hatalardan biri yağ seçimi. Biz ayçiçek yağı, mısırözü yağı margarin veya endüstriyel tereyağı yediğimiz sürece hasta olmaya mahkumuz. Elimizde iki tane yağ var şu anda. Bir, zeytinyağı; iki, %100 mera sütünden yapılmış tereyağı. Peki fındık yağını nereye sokacağız? Bu liste içinde bakın fındık yağının yağ asit içeriği, yani temel yağ bileşimi zeytinyağına çok yakındır. Hasta edici bir yağ değildir. Ama zeytini sıkıyorsun, yağını elde ediyorsun. Fındığı eziyorsun, püre haline getiriyorsun, 80 dereceye ısıtıyorsun, eter katıyorsan, yağını öyle elde ediyorsun. Hangisi tercih edilir? Zeytinyağı tabii ki. Yani fındık yağını eve sokmanın bir alemi yok. Ha zeytinyağının tadına hiç tahammül edemiyorsan o zaman rafine zeytinyağı kullanabilirsin. O da işte fındık yağıyla aynı yöntemle elde edilir. Yani piyasa değeri olmayan, çok koyu, kokulu zeytin yağlar fabrikaya gönderilir. Onlar da 70-80 dereceye ısıtılır; sonra da eter katılır; yağ elde edilir. İlk etapta rafine zeytin yağı elde edilir. Hiç kokusu yoktur, hiç tadı yoktur.
Eğer bu rafine zeytin yağına, %5 oranında sızma zeytin yağı katarsanız, o zaman riviera tipi zeytinyağı elde etmiş olursunuz. Hani marketlerde görüyorsunuz ya, o fabrika eseri bir yağdır; ayçiçekle filan karışmış değildir. Saf zeytinyağıdır. Ama neden yoksundur biliyor musunuz? Zeytinyağında var olan antioksidanlardan yoksundur. Çünkü oksitlenme, yani paslanma bütün bizim hastalıkların temelindeki ana unsurdur. Nasıl açık havada bırakırsan demiri yağmurda paslanır, ama biz ne yaparız, antipas diye bir boya süreriz paslanmasın diye. Vücudumuzun da antipasları vardır. Bunlara biz antioksidan diyoruz. Antioksidanları ağırlıklı olarak sebze-meyvelerden elde ediyoruz. Zeytinyağı antioksidanlardan çok zengindir ve kalp hastalıklarına karşı koruyuculuğu önemli oranda antioksidanlardan dolayı kaynaklanmaktadır. Ama biz onu ısıttığımız zaman, rafine zeytinyağı elde ettiğimiz zaman, bu unsurları geniş ölçüde kaybediyor. O yüzden mümkün mertebe sızma zeytinyağı kullanmalıyız ve çocuklarımıza da bu tadı alıştırmamız lazım.
.
Şimdi bisküvi paketlerinde ne görürsünüz? Hidrojene nebati yağ. Nedir bunun Türkçe’si biliyor musunuz? Margarin… Ama margarin yazarsa halk bunu almaz diye onun bilimsel adı hidrojenize nebati yağ yazıyor. Aldanmayın buna. Sırf bu nedenle bile bisküvi ve benzeri şeyleri almamak lazım…
.
İkinci temel hatamıza geçmeden birincisi olan yağ seçimini özetlersek, daha Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinin Trabzon bölümünde, hamsinin zeytinyağı ile kızartıldığının tarifi vardır. Sen 500 sene önce bu topraklarda bunu biliyordun. Ama biz, dış etkilerle doğruyu unutturulduk ve yanlışlara sürüklendik. İşte o yanlışlıklar bizi hastalıklara sürüklüyor. Zaten dünyada bir tek Akdeniz yöresinde yetişiyor. Şimdi Arjantin’de, Çin’de zeytin ağacı yetiştirilmeye çalışılıyor. Biz toprağındayız. 5.000 yıldır bu topraklarda zeytinyağı kullanılıyor. Ne olur biraz özümüze geri dönelim.
İkinci büyük hata şeker. Hayatımızda şeker, insanlık tarihi itibarıyla bakarsanız çok yeni bir olgu. Daha 600 yıl önce bir kesme şekerin fiyatı 40 liraydı ve şeker beyaz altın adını taşıyordu. Şekerkamışı Hindistan’da yetişen bir bitkiydi; fakat şeker kamışından şeker üretimi ağırlıklı olarak Arap kültürüyle ortaya çıkmıştır. 700-1500 yılları arasında çok ciddi bir Arap egemenliği vardır Akdeniz’de ve bu Arap kültürü aslında tarımda da, sanayide de, madencilikte de çok büyük atılımlar yapmıştır. Batının bugün var olan bütün değerleri Arap kökenlidir. Ama sırf Müslüman kökenli, Arap kökenli olduğunu ört-bas etmek için, yalancıktan bir Yunan medeniyeti kavramı ortaya atmıştır batılılar. Sırf Müslümanlardan öğrendiğini ört-bas etmek için. Halbuki 1000’li yıllarda özellikle İspanya’nın  Toledo kentinde, 70 kütüphanesi olan bir kent o dönemde, Vatikan’ın emriyle bütün Arap eserleri Latince’ye tercüme edilmiştir ve ancak o tercümelerden sonra Paris Üniversitesi kurulmuştur ve diğer üniversiteler. Yani batıda kurulan bütün üniversiteler Arapça eserlerin batı dillerine tercüme edilmesinden sonra kurulmuştur. Araplar o dönemde şekere hakim, Ama çok değerli şeker ve özellikle Vatikan’da ve diğer batı ülkelerinde de, şekere hükmeden dünyaya hükmeder fikri ortaya çıkıyor. Aslında Kristof Colomb’un Hindistan’ı keşfetme çabası şeker pancarına ulaşmak içindir. O zaman altın maltın baharat diye ört-bas edildi ama esas maksat şekerkamışına ulaşmaktır. Nitekim Hindistan’a değil de batı Hint adalarına yolu düşünce, ikinci seferinde şekerkamışı götürmüştür yanında, orada ekime başlamıştır. Dört seferin daha ikincisinde. O zamanlar şeker pahalı,  çok az insan şeker kullanabiliyor. Prenseslerin çeyizinde şeker bulunuyor. Ama Amerika’nın keşfinden sonra özellikle İngilizler oraya İspanyollardan sonra hakim olduktan sonra çok büyük şeker …… kuruluyor. Ve şeker fiyatı giderek ucuzluyor. Ama 1756 yılında, bir Alman kimyager, ılıman iklimlerde yetişen şeker pancarından da şeker üretilebileceğini ortaya koyuyor. 50 yıl kadar pancarın ıslah çalışmaları sürüyor. 1801 yılında da Berlin’in güneyinde küçük bir kasabada, ilk pancardan şeker üreten fabrika kuruluyor. İşte insanlığın, batının sağlığının temel kırılma noktalarından biri de bu tarihtir. Çünkü 1700 yılında İngiltere’de kişi başına yıllık şeker tüketimi 5 gram; yani bir yıl boyunca tek bir kesme şekeri yiyiyor bu insanlar. 1815 yılına varıldığında 6 kiloya çıkıyor; bugün ise 70 kilo.
.
Peki şeker bir besin maddesi midir? Değildir. Çünkü besin maddesini nasıl tanımlıyoruz? İnsanın bedensel ve ruhsal işlevlerini ve çoğalmak için, yani neslini sürdürmek için gerekli  maddelere biz besin maddeleri diyoruz. Şeker, insanın herhangi bir işlevini yerine getirmek için gerekli mi? Evet. Beyin glikozla çalışıyor. Omurilik hücreleri glikozla çalışıyor. Eritrosit dediğimiz alyuvarlar glikozla çalışıyor. Enerji kaynağı olarak glikozu kullanıyor. Peki dışardan şeker alıp da daha akıllı olan bir insan gördünüz mü? Hani beyin glikozla çalışıyor ya, şeker yediği için daha akıllı olan bir insan gördünüz mü? Veya sperm, enerji kaynağı olarak früktozu kullanıyor. Meyve yiyip de daha müthiş erkek olanı gördünüz mü? Çünkü insanın gereksinimi olan glikozu da früktozu da vücut kendisi üretiyor. Dışardan asla alınmasına gerek yok. Dolayısıyla biz şeker yediğimiz zaman tamamen sadece damak zevkimiz için yiyiyoruz. Asla hiçbir bedensel ihtiyacımız yok. O yüzden şekere boş kalori denir. Yani gereksiz yere aldığımız kalori. E bugün bakın şimdi son bir hafta içinde yediklerinize, ne kadar boş kalori aldınız? Çok… Niye?… Hasta olmak için, Amerikan ilaç sanayisini zengin etmek için, başka hiçbir işe yaramadı. Sadece hasta olmanıza katkıda bulundu. O halde bisküviye dönelim yine, orada yazılanlara bakın… Bir de son zamanlarda pancardan elde edilen şeker de bir yana bırakıldı; daha ucuz olsun diye mısırdan elde edilen şeker kullanılmaya başlandı. Früktozdan zengin mısır şurubu. Ne yazık ki, bizim gıda tüzüğümüzde farklı şekerlerin farklı adlandırılması zorunluluğu yok. Şeker şekerdir mantığıyla ister nişasta bazlı şeker yani mısır nişastasından elde edilmiş şeker olsun ister pancar şekeri ister … şekeri olsun hepsinin üstünde şeker yazılması yeterli. Halbuki mısırdan elde edilen früktozdan zengin mısır şurubu, aynı miktar kaloride bile olsa normal şekere göre % 46 daha şişmanlatıcı. Özellikle karın bölgesi yağlanmasına yol açıyor. Bu bilimsel olarak kanıtlandı. Ama dün Sağlık Bakanlığı, kime hizmet ettiğini de çok iyi gösterdi, bilimsel bir kanıt yoktur diye açıklama yaptı.
.
Biliyorsunuz son 1-1,5 aydır nişasta bazlı şekerlerle ilgili bir tartışma oldu. Bilim kuruluna Sağlık Bakanlığı beni de davet etti. İki kişi daha vardı benim gibi karşı gelen. Dün açıklamasında okuyoruz, diyor ki biz tarafları dinledik. Ondan sonra bilim kurulu kurduk… Biz bilim kurulu üyesiydik ama karşı geldiğimizden dolayı yok saydılar bizi ve yeni bir bilim kurulu kurdular. . . Dünyanın en saygın üniversitelerinden biri, Amerika’da bir teknik üniversitenin bir öğretim üyesinin sözünü ödünç alarak size söylemek istiyorum  “Yaşadığımız çağ, akademik kapitalizm.” Yani sermaye sahiplerinin akademisyenleri satın alması sonucu, toplumla paylaşmak istediklerini akademisyenlere söylettirdikleri çağdayız.. Yani satılmış insanların çağı. Satılmış bilim insanlarının çağındayız.

(Not: Tıbbi ve teknik terimler yanlış yazılmış olabilir.

Nejat Pars
(http://nejatpars.blogspot.com/)

Çevre konusunda tek elden demokrasi

31/01/2011
Seda Yurtcanlı

Seda Yurtcanlı

HES yapım projelerinin yargı kararlarıyla iptal edilmesini takiben, sessiz sedasız meclis gündemine getirilen Tabiatın ve Biyolojik Çeşitliliğin Korunmasını düzenleyen yasa tasarısı, çevrecilerin son günlerde üzerinde durduğu en önemli konulardan biri. Demokrasinin klasik anlamda yansıması seçme ve seçilme hakkı iken, çevre hukukunda bu yansıma katılım hakkı olarak karşımıza çıkıyor. Son derece önemli olan ve tartışılması gereken düzenlemeler haberimiz olmadan yasalaşıyor. İnsanlığın ortak mirası olan çevreyi ilgilendiren düzenlemelerin oluşumunda katılım hakkına olan yaklaşımı inceleyerek demokrasimizin bulunduğu noktayı anlayabiliriz.

Çevrenin unsurları olan tabiat, biyolojik çeşitlilik, doğal kaynaklar hepimizin koruması altında olup, herkesin eşit ve sürdürülebilir kullanımına tabidir. Bu anlamda, çevresel unsurlara ilişkin konularda karar alma süreçlerinde halkın bilgilendirilmesi, katılımı ve şeffaflık, son dönemde, uluslararası toplumun ve AB’nin çevrenin korunması alanındaki en temel konusudur.

Herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve bu nitelikteki bir çevreyi gelecek nesillere aktarma yükümlülüğünü ifade eden çevre hakkının uygulanmasını sağlayan usullerin birleşimi olan katılım hakkı 3 unsuru kapsar. Devlete, vatandaşları bilgilendirme konusunda önemli bir ödev yükleyen ve şeffaf olma zorunluluğu getiren bilgi ve belge edinme hakkı; çevresel unsurların yönetimine ilişkin hazırlanan planlara ve çevre üzerinde etkisi olacak faaliyetlere izin verme sürecinde aktif olarak katılma hakkı ve verilen kararların hukuki denetimden geçmesini sağlayan yargı yoluna başvurma hakkı.

Çevresel konularda şeffaf ve katılımcı yönetimi sağlamak için imzalanan Aarhus Sözleşmesi’ne Türkiye taraf değildir. Ancak, Çevre kanunumuz, çevre politikalarının oluşmasında katılım hakkının esas olduğunu ve Bakanlık ile yerel yönetimlerin, meslek odaları, birlikler, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşların çevre hakkını kullanacakları katılım ortamını yaratmakla yükümlü kılındıklarını açıkça belirtilmiştir.

İlgili yasa tasarısına baktığımızda, karar alma sürecinde şeffaflık ve yeterli düzeyde katılımın sağlanması ilke olarak belirlenmiş olsa da, tasarının hazırlanış aşamasında kamuoyu bilgilendirilmemiş, sivil toplum örgütlerinin görüşü alınmamış ve yönetim esaslarını belirlemekle yetkili kurullarda merkezi yapı aşırı güçlü tutulmuştur.
Tasarı, Çevre kanununun 9. maddesinde yer alan “biyolojik çeşitliliği koruma ve kullanım esasları, yerel yönetimlerin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili diğer kuruluşların görüşleri alınarak belirlenir” düzenlemesini yürürlükten kaldırıyor. Bunun yerine, koruma ve kullanım esaslarını belirleme yetkisini Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu’na veriyor. Kuruldaki koltuk sayısına bakıldığında, politikaların belirlenmesinde sivil toplumun ve yerel yönetimlerin aktif anlamda hiç bir belirleyici rol oynamadıklarını görüyoruz. 20 kişilik kurulda çeşitli bakanlıklardan gelecek 14 temsilciye 4 akademisyen ile doğa koruma alanında faaliyet gösteren ve “Bakanlıkça belirlenecek” sivil toplum kuruluşlarından iki temsilci eşlik edecek. Burada altı çizilmesi gereken husus, sivil toplum kuruluşlarının rolünün oldukça azalmasının yanında kurula katılabilecek sivil toplum kuruluş veya kuruluşlarının belirlenmesi konusunda bakanlığa sınırsız bir takdir yetkisinin tanınıyor olması.

Yerel yönetimlerin, derneklerin ve sivil toplum kuruluşlarının yer alabileceği Mahalli Biyolojik Çeşitlilik Kurulları ise sadece yerel düzeyde uygulamayı yürütmekle yetkili kılınmış. Şu halde, karar alma sürecinde yeterli düzeydeki katılımı sağlama ilkesi, vatandaşların, sivil toplumun ve yerel yönetimlerin süreçte aktif ve belirleyici rol oynayacaklarını değil, aksine, çok kısıtlı ve etkisiz bir şekilde merkezi otoriteye fikirlerini dile getirebilme imkânlarının olduğunu belirtiyor.

“Tek elden yönetim” düşüncesiyle hazırlanan tasarı, Bakanlar Kurulu’na, “mutlak şekilde korunması gereken alanlara” zarar verebilecek faaliyetlere, üstün kamu yararı görürse, izin verme imkânı tanıyor. Böylece, son dönemde yargı kararlarına takılan HES projelerinin önü açılmış oluyor. Bugün, özellikle de mevzuatımızı uyumlaştırmaya çalıştığımız AB’ye üye ülkelerde, mutlak şekilde korunması gereken alanlarda hiçbir faaliyete izin verilmezken, diğer korunan alanlarda yapılması talep edilen bir faaliyet için, öncelikle çevreye verebileceği olası sonuçları ve bu sonuçları ortadan kaldıracak tedbirleri içeren çeşitli bilimsel çalışmalar yapılıyor. Sonrasında anket ve kamuoyu tartışmalarıyla halkın görüşü alınıyor ve bu görüş karar aşamasında belirleyici bir rol oynuyor. Tasarı ise, faaliyetlerin çevreye olası etkilerini gösteren “ekolojik etki değerlendirmesi” raporunun düzenlenmesini öngörürken, bu raporun halkın görüşüne sunulmasını gerek görmemiştir.

Sonuç olarak, uyum amacıyla hazırlanan bu tasarı AB hukukun bulunduğu noktadan katılım anlamında çok geridedir ve hazırlanışında esas aldığı tek elden yönetim mantığı, uyum çalışmalarının sözde kaldığını ve anlamının anlaşılmadığını göstermektedir. Eşit hak ve söz sahibi olduğumuz çevresel unsurlarla ilgili oluşturulacak yasaları, uygulanacak politikaları belirlemede hepimizin aktif olarak süreçte yer alma hakkı vardır. Bu değerler üzerinde kimsenin tek başına söz söyleme ve karar alma yetkisi yoktur. Devletin, katılım hakkını güvence altına alıp bu hakkın kullanımını sağlaması gerekirken demokratik hakları yok sayarak hazırladığı bu tasarıya karşı, sivil toplum, toplumu bilinçlendirmekte ve uyarmaktadır. Bu çabaların desteklenmesi ve iktidarın da bu haklı çağrılara kulak tıkamayıp gerekli demokrasi araçlarını sağlaması gerektiğini düşünüyorum. İleri demokrasi tartışmalarının yapıldığı bugünlerde, demokratikleşmeye, yaşam alanlarımızın korunmasına ilişkin politikalarda söz sahibi olarak başlayabiliriz.

Seda Yurtcanlı, Lyon 3 Üniversitesi Çevre Hukuku Yüksek Lisansı, Fransa

Atatürk Orman Çiftliği’nin Hikayesi

28/01/2011

Çocukluğumuzun tadı AOÇ dondurması, gençliğimizin anıları içinde AOÇ birası, pikniklerini nasıl unutabiliriz bir

Ataturk Orman CiftligiAnkara’lı olarak.. Bizim denizimiz, boğazımız, kordonumuz Atatürk Orman Çiftliğidir!

Çocukluğumuza kadar düşüncelerimiz gittiğinde; AOÇ ile ilgili anımsadığım en eski anılar ise, Hayvanat Bahçesindeki fillerin üzerinden çocukları nasıl attığı ile ilgili bizi korkutmalar, söylenceler, aslanların sesleri ve kokuları, kuşların serbestçe  kafeste dolaştıkları yerde attıkları çığlıklar ile akvaryumdaki binlerce balığın sessizliği idi..

Her Ankaralının da ortaokul ve lise anılarında da “haydi çiftliğe pikniğe gidelim..” li heyecanlı hazırlıklardan sonra, Çiftlikteki hafta sonu kalabalığı, gürültüsü, mangallardan yükselen duman, tren düdükleri arasında gürültülü piknikler, AOÇ dondurması, birası ve en ucuzundan ama lezzetli şarapları yer tutar..

Halbuki, daha geçen yüzyıl  başında bozkır Angorası’nda, yazın toz fırtınalarından göz gözü görmez, hali vakti yerinde olanlar Bağlara göçerdi. Keçiören, Etlik, Kavaklıdere son vadilerdeki gibi bağlık bahçeli alanlarda, 19. Yüzyıl sonlarına doğru Eşrafın bağ evleri şeklinde yapılar inşa edilmesi ile yeni bir kültür gelişmişti.

Angora’da o dönemde bile kirlenmekte olan Bendderesi de en önemli mesiredir. Yüzyıl sonunda Angora’ya demiryolunun bağlanması (1892) ile günümüzdeki Hipodromdaki (pardon AKM !) son kalan ağaçlar da yakacak olarak kullanıldı ve kent iyice bozkırlaştı. Zaten 1881 yangını ve daha sonra 1917 yangını ile, yangın (harik) mahalleri ile tarihi kent dokusunun büyük bir kısmını ve bu arada bedesten ve hanların bir kısmını da silip süpürmüştü.

Atatürk’ün Bozkır ortasında Ankara’nın yeşerebileceğini, hem fiziki, hem sosyal, ve hem de kültürel anlamda bir Başkent yaratılabileceğini dosta düşmana göstermek için oluşturduğu en önemli fiziki ve doğal çevrelerden biri de Orman Çiftliği’dir.

Tozlu, sıcak, kurak ve yangınlarla harap bir Anadolu Kasabası’nı 10-15 yıl içinde tüm dünyanın gözleri önünde planlı ve örnek bir Başkente dönüştürmek o kadar da kolay olmasa gerek.

Şehrin planlanması, yapıların yapılması, hem de ulusal mimarinin örneklerini oluşturacak şekilde yerli yabancı ünlü mimarlar eliyle kamu yapılarının inşası, var olan bilgi, beceri ve işçilik, malzeme ile birkaç yıl içinde gerçekleşme yoluna girmişti.

Ama, bozkırın yüzlerce yılın ihmali ve erozyonu ile çoraklaşan toprağını ıslah etmek, onu verimli kılmak, su bularak sulamak  ve yeşertmek, işte asıl güç olan buydu bence..

“Paşam boşuna uğraşmayın, burada ot bile bitmez”, “Burası çoraktır, ekilen kurur” vb umutsuzluk veren, gerçekleri bir miktar içinde saklayan sözlere rağmen Mustafa Kemal “Orman Çiftliği” ni kurar ve düşman ile savaşırcasına doğa ile savaşmaya koyulur. Bu savaş, diğerleri gibi zorlu bir savaştır. Bu savaşın işinde kendisi de bir nefer gibi soyunur, traktör kullanır, çapa çapalar, ağaç diker..

İşte bu çabaların ürünü AOÇ’nin, Atatürk’ün Mirası’nın neredeyse üçte birini tahsislerle, yağmalarla yok ettik.. Bir köşesine terminal yapıp, bir köşesine mezarlık kondurup, AOÇ arazisini yağmalayan en başta kamu kurumları oldu..

Kokareççiler, biracılar, kebapçılardan geçilmeyen, hele hafta sonu tam panayır yerine dönen kesimlerini bile yayalaştırmayı beceremeyen yerel ve merkezi yöneticiler, kentin ihtiyacı olan yeşil alan gereksinimini dahi düşünmeden kararlar aldılar. Hala bütüncül bir planı yok AOÇ’nin halbuki dev bir potansiyel yatıyor, istasyondan, Gençlik Parkından başlayan büyük bir yeşil aks yaratılabilir taa Sincana Eryaman’a uzanan, Ankara çayı vadisi boyunca .. ne güzellikler, ne doğa parkurları yeşil alanlar, spor alanları, safari parkları vd..

Dileğim Atanın emanetinin bir kutsal emanet gibi korunması ve doğru dürüst planlanarak “Doğa Parkı” haline getirilmesi.. Ve de bir karış dahi başka amaçlarla kullanılmaması..

Kalın sağlıcakla..

Prof. Dr. Mehmet Tuncer

TEMA Deşifre Edildi

17/01/2011

Bugüne kadar çevreci ve doğa dostu bilinen, canı yanan köylüleri, mücadele eden yaşam savunucularını kendilerine paravan etmiş, doğa katili şirketleri aklama paklama ilişkilerini gizlemek için, mücadele edenleri bir maske olarak kullanan TEMA Karadeniz İsyandadır Platformu’nun yapmış olduğu bir basın açıklaması ile deşifre edildi..TMMOB yapılan basın açıklamasını KİP aktivisti Aysun PAKSOY okudu, okunan basın açıklamasının ardından sorulan sorular ışığında TEMA’nın sözde çevre kimliğinin ardındaki gerçekler dile getirildi.

14 Ocak 2011 Basın Açıklaması:

Bugüne kadar çevreci ve doğa dostu bilinen, canı yanan köylüleri, mücadele eden yaşam savunucularını kendilerine paravan etmiş, doğa katili şirketleri aklama paklama ilişkilerini gizlemek için, mücadele edenleri bir maske olarak kullanan TEMA Karadeniz İsyandadır Platformu’nun yapmış olduğu bir basın açıklaması ile deşifre edildi. Okunan basın açıklamasının ardından sorulan sorular ışığında TEMA’nın sözde çevre kimliğinin ardındaki gerçekler dile getirildi.

Yıllardır çevreci yorumak üzerinden çalışmalar yaptığını iddia eden Türkiye Erozyanla Mücadele Vakfı (TEMA)’nın kurucu üyeleri arasında çok sayıda hidroelektrik santral (HES) yapan şirketin de olduğu ortaya çıktı. Bu duruma tepki gösteren Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP) aktivistleri Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde düzenledikleri basın açıklaması ile çevreci gögürnen STK’lar ve HES yapan şirketlerin ilişkilerini gözler önüne serdi.

HES karşıtı mücadelenin kararlı oluşumlarından Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP) aktivistleri bugün, Makine Mühendisleri Odası’nda düzenledikleri bir basın açıklaması ile çevre ve doğa savunuculuğunu yapan STK’lar ile HES yapan şirketlerin ilişkilerini açıklayan bir basın açıklaması yaptı.

BASINA VE KAMUOYUNA

Değerli basın emekçilerinin ve kamuoyunun bilgilerine sunarız…

Bugüne kadar çevreci ve doğa dostu bilinen bazı oluşumlar, canı yanan köylüleri, mücadele eden yaşam savunucularını kendilerine paravan etmiş, doğa katili şirketleri aklama paklama ilişkilerini gizlemek için, mücadele edenleri bir maske olarak kullanmışlardır.

Bizler yaşama sahip çıkanlar olarak, bu gidişattan memnun değiliz. Son günlerde yaşanan olaylar ile bu memnuniyetsizlik son noktasına ulaşmıştır.

Şirket aklayan, sözde çevre ve doğa kuruluşlarını deşifreye başlıyoruz…

Bugünse bu deşifrelerin en önemlilerinden olan TEMA Vakfı’nın Kastamonu Cide Loç Vadisi’ndeki Hidroelektrik Santral projesiyle ilişkilerine yoğunlaşacağız. TEMA Vakfı gibi büyük bir Truva Atının daha birçok deşifre çalışmasına konu olacağını belirtiriz. TEMA’nın sistemin kendi muhalafetini üretme ihtiyacına karşılık geldiği açıktır. Bizler buradaki toplumsal muhalefetin, tüm dünyada deşifre olmuş böylesi patron, düzen ve uzlaştırma yapılarının yollarına gelecek kolay lokma olmadığını şimdi bir kez daha göstermekle mükellefiz.

Bu çıkışımız, Tema’nın artık iyice ticarete döktüğü müsamere tadında fidan kampanyaları ile gözlerini boyayıp, doğa katili patronların kirli ellerini yıkama operasyonlarınıza alet ettiği, doğa sevgilerini, duyarlılıklarını suistimal ederek mücadeleden düşürdüğü, pasifize ettiği yüzbinlerce gönüllü adınadır.

***

Öncelikle TEMA gönüllüleriyle TEMA arasındaki ilişkiyi anlamak için, TEMA’nın yönetim şeklini inceleyelim.

Devlet temsilcilerinden oluşan tabii üyeler hariç 40 kişiden oluşan TEMA mütevelliler heyeti yılda iki kez toplanarak TEMA’nın işleyişine aktif olarak müdahil olmaktadır. Bu heyetten birkaç bilinen ismi sizlerle paylaşalım:

Cem Boyner, Aydın Doğan, Faruk Eczacıbaşı, Rahmi Koç, Halis Komili, Osman Kavala, Mustafa Balbay, Sabri Ülker, Fikret Evyap, Hüseyin Özdilek, Asım Kocabıyık, Nihat Gökyiğit.

Biliyoruz, bu isimleri paylaştığımız andan itibaren, gazetelerinizde ve televizyonlarınızda bu basın açıklamasının haber olma ihtimali neredeyse yok gibi.

Sizin de fark ettiğiniz üzere bunlar Türkiye’yi yöneten isimler. (Mütevelli Heyeti’nin tamamı 1 nolu ekte bulunmaktadır.) Şimdi devam edelim… TEMA’nın Yönetim Kurulu ise Mütevelli Heyeti’nin taşeronudur. Yönetim Kurulu üyelerinin, Mütevelli Heyeti ile aile ilişkileri olması ya da şirketlerinin çalışanları olması tesadüfi değildir. Mesela yönetim kurulunda olan Valide Gigin, yine mütevelli heyetinden tanıdığımız Nihat Gökyiğit’in kızıdır. Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince ise TEMA’nın hem yönetim kurulunda hem de mütevelli heyetinde bulunmaktadır. Buradan görüyoruz ki Mütevelli Heyeti TEMA’nın sembolik bir kurucu heyeti değil, aynı zamanda işleyiş ve idaresini biçimlendiren ve yürüten bir yapıdır. Bunu açıklıyoruz çünkü, Mütevelli Heyeti’nde bulunan isimlerle ilgili kaygılarımızı belirttiğimizde TEMA gönüllülüğü yapan arkadaşlarımızdan “Bu heyet semboliktir, TEMA üzerinde etkileri yoktur” gibi cümleler duymaktayız. Sizlerin de gördüğü gibi, Mütevelli Heyeti’nin Yönetim Kurulu üzerinde, Yönetim Kurulu’nun da tüm TEMA’nın işleyişi üzerinde oldukça fazla etkisi bulunmaktadır. Yerel gönüllülerin ve temsilcilerin yapacağı her türlü kamu açıklamasının yönetim kurulundan onay alması gerekmektedir. Bu da yönetim kurulunun yereller üzerindeki belirleyici etkisinin açık bir göstergesidir.

Mesela pratik alanda bunu örnekleyelim:

Bir TEMA gönüllüsü kendi yaşadığı bölgede herhangi bir doğa kıyımına karşı kamuoyunu bilgilendirme faaliyeti göstermek istediğinde bunu bölge temsilcisine bildirmek zorunda; temsilci de bunu yönetime bildirmeli ve ancak onaylanırsa bu bilgilendirme faaliyeti yapılabilmektedir. Samimi ve doğayı seven herhangi bir TEMA gönüllüsü, bir doğa katliamına müdahil olmak istediğinde, yönetim izni olmadan bununla ilgili bir halk bilgilendirmesi bile yapamamaktadır. Israrla anlatmaya çalıştığımız şey TEMA içerisinde yaşamı savunan on binlerce gönüllünün TEMA mütevelli heyeti başta olmak üzere yönetim kurulu ve alt organlarının onayı olmadan herhangi bir faaliyet gösteremediğidir.

***

 TEMA’dan biraz bahsettikten sonra, bugünkü açıklamamızın en önemli unsuruna değinmeye başlayalım.

Sizlerin de bildiği üzere Kastamonu Loç Vadisi köylüleri yaklaşık iki yıldır dereleri Devrekani Çayı üzerinde yapılmak istenen Cide HES’e karşı ciddi bir direniş göstermektedirler. Bu direnişi biraz anımsamak gerekirse, köyde HES’in kurulacağı yere Loç Köylülerinin öncülüğünde, gelen dayanışmacılarla birlikte aylarca çadırlar kurularak nöbet tutulmuştur. Bu nöbetler esnasında inşaatı başlatmak üzere gelen vinçler adeta sürülerek bölgeden çıkarılmış, yine işi yapacak olan işçiler için kurulacak şantiyeler yapımında şirket çalışanları ve güvenlik güçleriyle birçok kez karşı karşıya gelinmiştir. Bu dönem boyunca her haftasonu İstanbul’dan otobüsler kaldırılarak nöbete dayanışmaya gidilmiştir. İstanbul’da ise Cide HES’i yapan ORYA enerjinin Karaköy’deki binası önüne defalarca kitlese yürüyüşler yapılmış, tüm bu gelişmelerin yanısıra şirketin her türlü yasadışı uygulaması davalar açarak mahkeme süreçleri başlatılmış, bu girişimleri çoğu etkisiz kalıp şirket vadideki talanını sürdürünce Loç Vadililer İstanbul’daki şirket binası önünde bir oturma eylemi başlatmışlardır. 28. gününe kadar her gün karda kışta yağmurda bekleyen köylüler ülke çapında gündeme oturmuşlar, bunun da önemli bir etkisiyle mahkemeler şirket aleyhine yürütmeyi durdurma kararı vermişlerdir.

Köylünün tüm bu direnişine karşı ORYA enerji de yasal ve yasadışı tüm uygulamalarla HES inşaatına devam etmiş, köyün telefon tellerini kesmiş ve HES karşıtlarını defalarca darp etmiştir.

Bu kavga devam etmekteyken de şirket vadideki talanı sürdürmüş, on binlerce ağaç kesmiş, iş makineleriyle dere yatağına müdahale etmiştir.. ORYA, Küre Dağları Milli Parkı’nın tampon bölgesinde yer alan bu vadinin ve canlılarının yaşam dengesini alt üst etmiştir. Şirket ve köylüler arasındaki fiili kavga durumu bizim bu basın açıklamasını yapmamızdaki en önemli unsurdur. Çünkü bu talanı yapan, bütün bu saldırıları organize eden, ağaçları kesen, dere ve doğaya zarar veren şirketin ismi Orya enerjidir. Orya enerji ismi, şirketin sahibi Orhan Yavuz’un isminin ilk hecelerinden oluşmaktadır. Demin temanın Mütevelli Heyeti ve TEMA üzerindeki etkilerinden bahsederken kamuoyunun bildiği isimleri saydığımızı düşünüyorduk. Fakat bu heyetteki isimler arasında Küre Dağları Milli Parkı içindeki dünyanın en büyük kanyonlarından Valla Kanyonu’na ev sahipliği yapan Loç Vadisi’ni katleden şirketin patronu Orhan Yavuz da bulunmaktadır.

Şimdi bu Orhan Yavuz’un TEMA’sının hidroelektrik santrallere nasıl baktığına bir göz atalım:

TEMA kendi sitesinde yapmış olduğu açıklamalarda HES’lerle ilgili net bir yorum bile getirememiştir. Fakat kolayca görülebilir ki TEMA yöneticileri basına yaptıkları çeşitli açıklamalarda HES’lerin yenilenebilir veya temiz enerji olduklarını aleni bir şekilde dile getirmekten sakınmamaktadırlar. Mesela TEMA’nın Onursal Kurucu Başkanı Nihat Gökyiğit’in Artvin’deki baraj ve HES’lerin Temiz Enerji olduğuna dair daha geçen aylarda basına verdiği beyanatları bulunmaktadır. İşte bu da TEMA’nın kendi gönüllülerini ve kamuoyunu nasıl çarpık bilgilerle doldurduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü HES’ler enerji politikaları içerisinde uygulanan projeler değil, suyun ticarileştirilmesini, su havzalarının ve toprakların şirketlere devredilmesini amaçlayan projelerdir. TEMA HES’leri kasten bir enerji sorunu içerisinde ele alarak, bu gerçeğin üstünü örtmeyi amaçlamaktadır.

Suyun ticarileştirilmesinin bir yolunun da suyu kapaklamaktan geçtiğini düşünürsek, bu manipülasyonu TEMA’nın kendine gelir kaynağı yarattığı alanlardan birinde görüyoruz

Bu yürüyüşe ismi izinsiz olarak yazılan Dersim Çevre Girişimi adını çağrıcı listesinden sildirmiştir. Aynı Borusan’ın Ovacık’ta Munzur Çayı üzerinde Bozkaya ve Kalepete barajları ve HES projeleriyle Dersim’i katletme projeleri göz önüne alındığında, Dersimliler’in de TEMA’yla birlikte yürümesi de zaten düşünülemezdi. 

Önemli bir ayrıntı da, TEMA’nın Tabiatı Koruma Yasasını e ng ellemekle ilgili yürüyüşe katılmasını anlayamadık. TEMA bu yasanın geçmesini e ng ellemek istiyorsa, Mütevelli Heyeti’ni devreye soksa yeterli olacaktır. 

TEMA patronlarının diğer icraatları arasında, Karadeniz insanının canını çok yakmış ve halen de yakmaya devam eden nükleer santrallerle ilgili ihalelere girmek, kıyıların nükleer atık çöplüklerine çevrilmesi programlarına ortak olmak da vardır. 

Karadeniz’in yeşiliyle mavi arasına asfalt döken Karadeniz Sahil Yolu’nu savunmak da yine nükleer sevgisiyle tanıdığımız TEMA’nın Kurucu Onursal Başkanı Nihat Gökyiğit’in meziyetlerindendir. 

*** 

Anadolu’da 2000’den fazla HES projesinin var olduğunu göz önüne alındığında, bu HES’lere karşı verilecek mücadelelerin altının boşaltılması, gerçeklikten uzaklaştırılması gibi misyonları üstlenmiş bu oluşumun deşifre edilerek mücadelelere yakınlaşmasını e ng ellemek zorundayız. 

Bizler de biliyoruz ki sularımıza, topraklarımıza, doğamıza sahip çıkmak uğruna bugün yürütmek durumunda kaldığımız mücadelede Tema şirketlerin safındadır. Tema şirkettir, Tema şirketlerin bir maskesidir. Üstelik toprak sevgisi, doğa aşkı gibi kutsal kavramları alet ettiği, yüzbinlerin iyi niyetlerini sömürdüğü bu talancıları aklama ve cilalama gayreti, işbirlikçisi patronların doğrudan saldırılarından da daha tehlikelidir.

Sistemin kendisini berkitmek için ürettiği muhalif figür TEMA’nın bu uzlaşmacı, yaşamı yok eden şirketleri aklayıcı rolü hakkında bugüne kadar insanların kendi aralarında söylendiklerini bugün yüksek sesle söylemek Karadeniz İsyandadır Platformu’na düşmüştür. Sırtımızda yumurta küfesi, arkamızda sermayenin fonları yok. 

Bununla alakalı olarak daha farklı ve daha derinlemesine bilgilerle bu oluşumun ve benzeri diğer Truva Atı oluşumların deşifrelerini yapacağımızı buradan sizlerle bir kez daha paylaşarak basın açıklamamızı sonlandırmaktayız. 

Karadeniz İsyandadır Platformu

Editörün notu: Bu gerçekleri  yıllardır pek çok insan bilmesine karşın biz dahil pek az insan açıklamalarda bulunmuştu. TEMA nın kuruluş biçiminden, paraların akışına, savaş hayır ve çevere kampanyalarındaki duruşlarından TEMA adına olan açıklamalarda bunları görmek mümkün. Bu platform açıklamalarından başlayarak artık TEMA nın gönüllülerine büyük sorumluluklar düşmektedir.

(Greenwash – Yeşil badanalama, yeşil göz boyama, yeşil yıkama, yeşil boyama) ile ilgili daha önce bu blokta bir yazı yayınlanmıştır: https://patikayolculari.wordpress.com/2009/09/09/olayi-saptiranlar/